Saffet’in Bilmedikleri

saffet2

Saffet, düşük vatlı tasarruf lambasının loş kavuniçi turuncusu ışığıyla zar zor aydınlanan tavan arası odada, sandalyesine yaslanmış kara kara düşünüyordu. Dokunduğu anda gıcırdayarak söylenmeye başlayan yaşlı ve huysuz masanın üzerindeki iki mililitrelik şırıngayı eline aldığında, kafasında yaşam ve ölüme dair sorular ve anlamsız yanıtları dolanıyordu. Saffet bu yağmurlu Galler gecesinde, su damlaları tavan penceresini tıkırdatırken, yağda kavrulmuş bir şeyler kokan odasında kendini öldürmeye karar vermişti. Gerçi ona soracak olsanız bu bir intihar değildi, Saffet mutlak iki ölümden daha kolayını seçiyordu. Fizikten çok anlarmış gibi, "elektrik gibi" diyordu kendi kendine, "en az dirençli yolu seçiyorum." Zavallımın bilmediği, onun ölmesini gerektiren bir durumun olmadığıydı.

Ne olduğunu bilmediği sıvıyı kendine enjekte etmezse, tanıdığı hemen herkesin aksine, o yaşayacaktı. Hatta ölmeden üç yeni ülke görecek, iki kez yeniden âşık olacak, bir kez -ikincisiyle- evlenecek, evlat edindiği çocukları ve torunları olacaktı. Şırıngayı, lisedeyken çevresindekilere etkileyici görünmek için çevirdiği kalemler gibi işaret parmağının üzerinde fırıl fırıl döndürdükten sonra masaya bıraktı. Aklının ucundan, hayatın geçmişte daha kolay olduğu fikri geçtiyse de bu düşüncenin peşinden gitmekten vazgeçti. Çünkü o güvenilmez nostalji treni hemen hemen her zaman aynı duraklardan geçiyordu ve Saffet özellikle zorlu geçen aylar boyunca aynı manzaraları seyretmekten sıkılmıştı.

Telefonundan video paylaşım sitesinin sayfasını açtı ve hem internet bağlantısının hem de sayfanın hâlâ çalışıyor olmasına şaşırarak yalan yanlış arattı: "paginini capris 24." Neyse ki sayfanın algoritmaları onun gibileri tanıyordu ve Amerikalı bir keman virtüözü tarafından çalınan Caprice No. 24 (A minör) adlı eseri karşısına çıkardı. İçinden Prodigy dinleyip bira içerken kafa sallamak geldiyse de kendini zorlayarak, "keşke biraz kırmızı şarap olsa" diye düşündü. Klasik müzik dinleyip şarap içen Saffet imgesi onun kendine atfettiği entelektüel bir yorumdan çok, kendini öldürme fikriyle ilintiliydi.

Saffet daha küçükken, işaret parmağı üzerinde kalem çevirmenin etkileyici olduğunu düşündüğü zamanlarda, hüzünlü bakışlı, kır saçlı bir adamın kendini öldürmeden hemen önce kaydettiği videosunu izlemişti. Videoda adam, bir elinde bir kadeh kırmızı şarap, diğer elinde sigarası, Ella Fitzgerald dinleyerek dünyaya veda ediyordu. Gözleri dolup tüyleri ürpererek izlediği videoyu hemen “beğenmiş”, asla geri dönüp bakmadığı favorilerim listesine eklemiş, üç farklı sosyal medya ortamında şairane başlıklarla paylaşmış ve iki gün sonra unutmuştu.

Hayır unutmamıştı. Çünkü insanlar hiçbir şeyi tamamen unutmaz. Hatıralar, yeniden bulunana kadar kaybedilebilir ya da bilinçaltının dehlizlerinde saklanıp insanın düşüncelerini beklenmedik şekillerde etkileyebilir, ama yok olmaz. İşte o günlerde yaşadığı, yaşama ve ölüme dair düşünceleri ergen zihninde uçuşturan varoluş krizi, bugün bu entelektüel seremoniyi gerçekleştirme ihtiyacını doğurmuştu.

  ***

Parmak izleriyle, çiziklerle ve ölü piksellerle dolu ekranda oynayan videoda, marifetli parmaklar tuşe üzerinde insanı hayrete sürükleyecek bir hızda koşturuyordu. Çıkan sesler, cihazın düşük kaliteli hoparlöründe bile kulağa ahenkli geliyordu. Saffet, bu eseri sevmesinin asıl nedeninin müziğin güzelliğinden çok, teknik beceri gerektirmesi olduğunu düşündü. Haksız da sayılmazdı, parça keman için yazılmış en zor eserlerden biriydi ama işin aslı, Saffet'in onu sevmesinin nedeni ne müziğin güzelliği ne de Niccolò Paganini'nin hız ve esneklik gerektiren tekniğiydi.

İngiltere'ye yeni geldiği zamanlarda, Alman bir üniversite öğrencisini boş bir sahnede keman pratiği yaparken izlemişti. Paganini'nin yirmi dört kapriççiyosunu çalmaya çalışıyordu. Saffet, kıza gördüğü anda tutulmuştu. O ana dair her şey mükemmeldi; koyu kestane podyum üzerinde salınan altın sarısı saçlar, kızı ve kemanı tam olması gerektiği kadar aydınlatırken diğer her şeyi zemine gömen ışık, yüz yıllık ahşap yapıların kendine özgü kokusu, salonun eşsiz akustiğinde duyulan her bir nota, beli saran ince işlemeli kemerin altından süzülerek dizinin hizasına dökülen beyaz ipek etek, zarif ellerinin yay ve tellerle dansı, çıplak omuzlarında belirginleşen buğday rengi pürüzsüz cildinin gösterişi, hafif göğüs dekoltesini ortaya çıkarmak için ince boynundan uzanan inci kolye... Ardından kız, beklenmedik bir şekilde dizlerinin üzerine düşüp ağlamaya başlamıştı. Saffet o an değil ama sonrasında günlerce "acaba gidip teselli etmeye çalışsam ne olurdu" diye düşünmüştü. Hayalinde, ölümsüz bir aşkla sonuçlanacak tesadüfi bir karşılaşma fantezisi yazmıştı. Kızın ondan korkup güvenlik görevlilerini çağıracağını ve bunun da Saffet'in ülkeden sınır dışı edilmesiyle sonuçlanacak bir dizi talihsiz olayı başlatacağını bilemezdi.

Saffet bu olayı kendisine ve başkalarına her seferinde farklı şekilde anlatarak, zamanla değiştirdi. Sahne büyüsünü yitirdi, kız ilk flörtleştiği İngiliz kızlarından birine dönüştü. Yıllar katmanlı, girintili çıkıntılı, karmaşık anıyı törpüleyip sıradanlaştırdı. Saffet bir daha asla böylesine kuvvetli bir duygu yaşamayacak ama zaten duygunun kendisi de yitip gittiği için bunun önemini de kavrayamayacaktı. Ondan geriye, Paganini'nin yirmi dördüncü kapriççiyosuna karşı hissettiği tarif edilmez çekim kalmıştı. Silinip giden bu anı o kadar derinlere gömülmüştü ki, o hep bilmeden beyaz kıyafetleri, buğday tenleri, narin incileri ve eski evlerin ahşap kokusunu sevdi. Eğer kızı gerçekten o anki gibi hatırlasaydı ve pek çokları gibi onun da ölümünden kendisinin sorumlu olduğunu bilseydi, bu acıyla yaşayamazdı. Gerçi Saffet'in aklı tam da şimdi, hayatını sona erdirecek şırıngayı yeniden eline almak ya da alt kattaki arkadaşının zulasından bir şarap şişesi araklamak arasında gidip gelirken pek de yaşıyor sayılmazdı.

Türkiye, benzer pek çok ülke gibi Proksi Savaşları adı verilen iç savaşlardan nasibini almak üzereyken,  endişeli ailesi onu amcasının yanına göndermişti. Sevdiği tüm arkadaşlarını bırakıp İngiltere'nin ortalarında, kuzey Galler sınırında küçük bir şehir olan Chester'a ilk geldiğinde, herkesten ve her şeyden nefret ediyordu. Şehrin ağır kokusundan, gökyüzünün griliğinden, ikide bir yağmur yağmasından, hem küçük hem kalabalık oluşundan, binaların kırmızılığından ve diğer her şeyin yeşilliğinden... Ama en çok yemeklerin tekdüzeliğinden şikâyet ediyordu. Chester dokunuşu diyordu, ne olduğuna bakmaksızın en güzel yemeği bile çirkinleştirir... Yıllar sonra kendine İngiltere'de favori restoranlar listesi oluştururken bu değişimi, ya daha güzel mekânlar keşfetmiş olmasına ya da artık o çirkin tatlara alışmış olmasına bağlayacaktı. Halbuki yemekleri tatsızlaştıran, Saffet'in her yemeğin içine kattığı bir yemek kaşığı mutsuzluğuydu. Gerçekte, bilmeden en çok nefret ettiği ise kendi yalnızlığıydı. Kibar İngilizler defalarca “nasılsın, nasıl gidiyor?” diye sorduğunda Saffet hep "sıkıcı", "sıkıldım" derdi. Anne ve babasından erkekliğe dair aldığı öğretiler "mutsuzum" ya da "yalnızım" demesini engelliyordu. Bir erkeğin mutsuzluğunu itiraf etmesinin zayıflık göstergesi olarak kabul edileceğine inanıyordu. İlk kez içtenlikle ve dürüstçe karşısındakine “mutsuzum” dedikten hemen sonra hayatındaki ilk ciddi değişimin ilk adımını atmıştı. Bu adım onu, amcasının şehrin Galler tarafında bulunan dairesindeki yalnız hayatından, Kate'in kaldığı öğrenci evinin hareketli yaşantısına götürmüştü.

Kate... Aslında her şey onunla başlamıştı. Saffet'in kendini aradığı ergenlik yıllarında kazandığı ilk kimlik, amcasından ona otomatik olarak atanan Nakşibendilikti. Amcası ve yengesini kırmamak için mecburiyetten katıldığı tekdüze sohbetlerin sıkıcılığına renk katan; kırmızı örme tuğla duvarlarına yeşil sarmaşıkların tırmandığı buluşma evinin hemen karşısındaki markette çalışan kasiyer kızdı. İçinin renkleri dışına göre soluk olan boğuk odada bir düzine erkek, Kelimât-ı Kudsiyye öğretilerinden, toplum içinde yalnız olmanın hikmetini ya da kalbi dünyevî düşüncelerden korumanın önemini konuşurken o, beyaz ahşap çerçeveli pencereden kızı seyreder, sonrasında da bir şekilde bir mazeret bulur, markete giderdi. Kate'in her zaman salık, omuzlarından dökülen platin rengi uzun saçları, görünen her noktasında mükemmel bir eşitlikte bronzlaşmış teni, renkli kılık kıyafeti, çiçek kokulu parfümü, farklı farklı çerçeveli gözlükleri ve gözlük camlarının ardından ona her bakışında ruhunu delen masmavi gözleri, Saffet'i hayata bağlıyordu. Bilmem kaçıncı uyduruk market alışverişinde nihayet cesaretini toplayıp kahve içmeye çağırdığında Kate "nihayet!" demişti. Ondan yaşça büyüktü, daha uzun boylu ve hafif kiloluydu. Sol omuzunda, anlamını çok sonraları öğreneceği bir ensō çemberi dövmesi ve burnunda yarım halka çelikten hızması vardı.

Kate ona İngilizceyi, İngiltere'yi, sokakları ve kendi dünyasını, sonrasında tutkuyu ve nihayetinde şehveti öğretirken Saffet, gözlerinden başka bir yere bakamadığı bu tanrıçayla evlenmeyi ve küçük sarışın çocuklara babalık yapmayı hayal ediyordu. İlk kez seviştikleri gün, onun için hayatının en korkunç, aynı zamanda en güzel günü olmuştu. Daha önce bir kadına dokunmamış olan Saffet için acemilik, şaşkınlık ve beceriksizlikle harmanlanmış yoğun ve son derece duygu yüklü olan bu deneyim, sonrasında ne kendine ne de başkasına itiraf ettiği, en derin çukura gömüp unuttuğu bir ağlama kriziyle sonlanmıştı. O, kendini tutamadan dağınık yatakta cenin pozisyonda tir tir titrerken, daha önce birlikte olduğu erkeklerde hemen anladığı gibi Saffet'in de neye ihtiyaç duyduğunu anında çözen Kate, arkasından sarılmış ve onu sakinleştirmişti. Terden sırılsıklam saçlarını şefkatle okşayarak uyuturken önce ensesine, ardından dudaklarına küçük birer buse kondurup tüm tüylerinin diken diken olmasına neden olmuştu. Saffet, ağlama kısmını montajda kesip attığı bu sahneden, en gerçek haliyle, o öpücüğü hatırladı. Bu anıyı dudaklarının dokusu, rujunun tadı ve teninin kokusuyla saklamayı başardı ve bu yüzden Kate'in, hayatında hep özel bir yeri oldu. Saffet onun sadece vücudunda değil, dünyasında da kendini bulmuştu. Arkadaşları onun arkadaşı, işi onun işi ve yaşamı onun yaşamı olmuştu. Evini terk edip Kate'in elini tutarak adım attığı bu yeni hayata uyum sağlarken, değişti. Gerçi, değişebildiği kadar değişti diyelim. Yeni öğrenmeye başladığı bu dünyanın özgürlükçü kuralları ile Türkiye'den ve ailesinden taşıdığı delikanlılık raconu arasında gidip gelirken yaşadığı kıskançlık krizleri Kate'i bıktırdığında, yani tanışmalarından bir yıl bir ay üç gün ve beş saat sonra ayrıldılar.

Saffet ölmüştü. Hayatın artık bir anlamı kalmamıştı ve ölmek de zaten özünde, hayatın anlamının sıfıra eşit olmasıydı. O artık yürüyen bir cesetti ve asla mutlu olmayacaktı. Artık cumartesi günleri süslenip gidilen barlardaki, tüm gelirin yakıldığı kokain ve alkolle harmanlanmış partilerin de, nehir kenarı yeşilliklerinde kulaklıkla hafif müzik dinlerken nehir ve gökyüzü kuşlarını seyrettiği gezmelerin de tadı kalmamıştı. Ortak arkadaşlarının evinde geçici olarak kaldığı esrar, alkol ve depresyon günlerinde, Kate'in kapısına dayanıp yalvarmayı, onu tehdit etmeyi ve hatta, sanki eski Türk filmlerindeymişçesine kaçırmayı düşündü. Onun yerine içti, ağladı ve arkadaşlarının, Kate'in arkadaşlarının, onu teselli etmelerine izin verdi. Eskilerden müzikler dinleyip birbirlerini yüzde on anlayarak dertleştiler. İyi ki de öyle yaptı çünkü Kate'in evine gittiği olası senaryoların hepsi daha çok acıya ve mutsuzluğa sebep olacaktı. Onu yeniden görebilecek kadar iyileştiğinde, Kate arkadaş kalmayı önerdi. İçindeki Saffet saniyeler içinde bu teklifi reddedip, öfkeyle küfürler savurup, sonra nasıl değişebileceğini anlatıp, yalvarıp, nihayetinde umutsuzca susarken, o dışından "evet," dedi. "İsterim." Bu, Saffet'in hayalindeki "evet" değildi ama olası geleceklerinde onu mutlu edecek tek yanıttı. Saffet’in ona beslediği sevginin kökleri bilinçaltında anne şefkatine olan özleminden su çekiyordu ve Kate'in seçeceği abla kimliğini kabullenme süreci, Saffet'in olgunlaşma serüveninin en önemli dönüm noktasıydı.

Kate'ten sonra Saffet'in, birlikteliklere olan ilgisi solmuştu. Arkadaşlarının aracılığıyla tanıştığı ya da çöpçatan yazılımları aracılığıyla buluştuğu kadınlarla yaşadığı tek gecelik ilişkiler giderek tatsız ve mecburiyetten yapılan aktivitelere dönüşmeye başlamıştı. Yani en azından arkadaşlarına söylediği buydu. Gerçekte ilgisizliği, cinsel iştahını tamamen kaybettirecek düzeydeydi. Kate'ten sonra libidosunun tamamen öldüğünü düşünüyordu. Bu düşünce onu utandırdığı için de kimseye hiçbir şey anlatamıyor, iptal edilen randevuları ya da gidilmeyen partileri açıklamasız bırakıyordu.

Giderek her şeye karşı ilgisi azalırken, hayatının yönünü değiştirecek soru, herhangi bir cumartesi günü, kasiyer olarak çalıştığı One Stop'tan evine doğru yürüdüğü sokakta onu durduran iki kızdan, daha uzun boylu olan tarafından sorulmuştu: "Pardon, bir dakikanızı ayırır mısınız?" Yapı olarak insanları kıramayan Saffet otomatikman evet dedikten sonra kızlara alıcı gözle baktığında, Mormon kilisesinin misyonerleri olduğunu fark etti ve dışından pazar günü öğlen buluşmayı kabul ederken, içinden de kendine bir güzel küfretti.

Storyhouse'un bu saatlerde hep sakin olan yemekli bölümünde asırlık kızıl ahşap bir masa çevresine yerleşen on iki kişilik ekibin isteksiz bakışlarla takip ettiği Mormon kız kardeşler heyecanla, İsa'nın kilisesinin hâlâ ilk kurulduğundaki gibi devam ettiğini ve Jeffrey R. Holland adında, yaşayan bir peygamber olduğunu ilan ederken Saffet, her şeyin berraklaştığı bir aydınlanma anı yaşadı.

David adındaki sarışın, buğday tenli ilahi varlık, masanın karşısında beyaz bir takım elbise içinde tecelli ederken Saffet, onun bir erkek ve kadının çiftleşmesi sonucu ortaya çıkmış alelade bir insan olabileceğine inanamıyordu. Eğer sanattan anlasaydı, David'in ancak Roberto Ferri tarafından resmedilmiş bir tablo ya da Michelangelo tarafından şekillendirilmiş bir yontu olabileceğini düşünürdü. Onun yerine, karşısındaki şaheseri hayranlıkla izlediği dakikalar boyunca, sadece kendisinden ve ondan ibaret bir evren hayal etti. Ancak o evrene dışarıdan bakıp kendi halini gördüğünde yüzü kızardı, başından aşağı ter boşandı ve midesi bulanmaya başladı. Erkeklerden hoşlanıyordu. Yani en azından bu erkekten... Garip gelmedi. Aksine, çok doğal geldi. Taşların yerine oturduğunu hissetti. Sorularının cevaplandığını hissetti. Rahatladığını hissetti. Neden sonra bu rahatlama hissi onu korkuttu ve panikle derhal oradan ayrılmaya karar verdi. Binayı terk etmeden iki saniye önce kafasını o muhteşem yaratığa son bir kez bakmak için çevirdiğinde David'in, çam yeşili gözleriyle ona attığı, yüzündeki belli belirsiz gülümsemeye eşlik eden bakışı yakaladı. Gözlerinden girip tüm vücudunu kısa sürede ele geçiren o bakış, gerçeği değil ama yüzlerce kez saklandığı raftan indirilip, temizlenip, yeniden cilalanarak yerine kaldırılan narin anısı, Saffet'in ölmeden önce göreceği son şey olacaktı.

Saffet, eski saffetleri özleyen ya da o saffetlerin kurallarına bağlı yaşamaya çalışan biri değildi. Onun yaklaşımı, çözümlemekten ve direnmekten çok, düşünmemek ve kabullenmekti. Bu kabullenmeler ise hemen hemen her zaman arkadaşlarının ellerini tuttuğu, bir yaşamdan bir başkasına geçişin kutlandığı sarhoş geçit törenleriydi. Hiçbir şeyi gizlemeden ve değiştirmeden, daha doğrusu kusurlu insan doğasının kısıtlı nesnel aktarım kabiliyetinin izin verdiği ölçüde dürüst olarak, saatlerce anlattı. İkisini hiç tanımadığı, aralarında Kate'in de bulunduğu yedi dinleyiciden; tavsiye verenler, işin terminolojisini anlatanlar, sarılıp onunla ağlayanlar, boşverciler, tam olarak ne hissettiğini biliyorumcular, tam olarak ne istediğine karar vermelisinciler, bu işler sonradan olmaz ben en baştan beri biliyordumcular oldu. Kafasının içinde çok eski bir saffet ona gerilerde bıraktığı öğretileri, özellikle Lût kavminin helak edilmesinden çıkarılması gereken dersleri hatırlatmaya çalışırken, daha baskın çıkan başka saffetler ise ona geçmişinden hoşlandığı kadınların portrelerini, hoşlanmış olduğunu bugüne dek kabul etmediği erkeklerin portreleriyle bir arada sunuyordu. Kimyasalların etkisiyle bilişsel işlevleri yavaşlarken, havasız ortamın ağır kokusu, gerçek sesler ve kafasının içindeki görüntüler birbirine karışırken, zihninin zemininde David'le birlikteliğinin hayallerini kurmaya başlamıştı bile.

Saffet o kadar çok toplantıya katılmıştı ki, kabul törenine katılmayı hak edecek kadar Mormon sayılırdı. On üç iman maddesinden, inançtan sapma ve iade edilişe kadar çok çeşitli konularda sahip olduğu bilgisine, neredeyse onun kadar toplantıya katılmış olan David'in fiziksel özellikleri konusundaki bilgisi eşlik ediyordu. Koyu kestane kısacık saçlarının, kocaman gözlerinin, sakalsız ve bıyıksız sert hatlı yüzünün, uzun boyunun ve fit vücudunun her detayını en az Joseph Smith'in hayatı kadar iyi biliyordu. Bu sefer ilk hamleyi yapan karşısındaki olmuş ve kahvenin yerini kırmızı şarap almıştı.

***

David, mükemmeldi. Kusursuz güzelliğinin ötesinde eğlenceli, bilgili, anlayışlı ve iyimserdi. Her buluşmalarında hem fiziksel hem de zihinsel olarak yakınlaşırken, ilişkileri derinleşiyordu. Dudakları dudaklarına yapıştığında, ruhunun vücudundan çekilip daha engin bir boyuta geçtiğini hissediyordu. İnsan ve evrene dair muhtelif konularda saatlerce konuştuklarında ise aydınlandığını, geliştiğini ve büyüdüğünü hissediyordu. David, Saffet'i tam olarak, geçmişiyle, hatalarıyla ve kusurlarıyla anlıyor ve olduğu gibi kabul ediyordu. David, Saffet'i hayatının kalanından çekip çıkararak kendine saklamamıştı, onun hayatına eklenmiş ve yemeğe serpilen enfes bir baharat gibi her şeyi güzelleştirmişti. Saffet'in tüm arkadaşları David'e bayılıyordu. En karamsar durumlarda yaptığı ince esprileri herkesi güldürüyor, derin tarih ve politika bilgisi herkesi kendine hayran bırakıyordu. Kimseyi yargılamıyor, gergin durumlarda hep sağduyunun ve çocuksu iyimserliğin sesi oluyordu. David, Saffet'in, gereksinimini bilmeden ihtiyaç duyduğu her şeyin tamamıydı. Sanki her şeyi görebilen bir strateji ustası tarafından, ona özel tasarlanmıştı. Daha ilişkileri ilk yılını doldurmamışken David, muhtaç olduğu her durumda onun için orada olduğunu defalarca kanıtlamıştı. Her tökezlediğinde elinden tuttu, her düştüğünde yerden kaldırdı. Saffet, David'in de kendisine ihtiyacı olduğunu ve aradığını Saffet'te bulduğunu hissediyordu. Yalnız bir insandı David, tüm akrabaları ölmüştü, tüm arkadaşları uzaklardaydı. Nasıl Kate'in hayatı Saffet'in hayatı olmuşsa, Saffet'in hayatı da David'in hayatı olmuştu.

Başbaşa yeşil çay içerlerken ciddileşen David, devletçilik ve kapitalizm arasındaki mücadelelerden, altruistik anarşiden ve Saffet'in ilgilenmediği onlarca farklı politik, tarihi ya da felsefi konudan bahsedip ona fikirlerini sorarken, Saffet yalnızca onun gözlerinde kaybolmak, gülümsemesinde hapsolmak istiyordu. Yine de onu kırmamak için elinden geldiğince diyaloğa dahil olmaya çalışıyordu. Onun derin bilgisiyle aşık atabilmek için daha çok okumaya başlamıştı. Saffet, dünya ülkelerinin Federasyon ve Birlik adında iki gücün etkisinde kutuplaştıklarını ilk kez o dönemde öğrendi. Yine de onun için ne bu politik varlıklar ne de doğduğu ülkede süregelen kaos gerçekti. Onun tek gerçeği David'di ve diğer her şey, uzak rüyalardan ya da daha doğrusu, onun gecelerini asla istila edemeyecek kâbuslardan ibaretti. Mutluydu. Belki de bu hikâye burada, Saffet kendini sonsuz mutluluğu bulduğuna ikna ederken bitmeliydi. Ama şimdi o, zuladan çaldığı kırmızı şarabı odasına taşırken, mutluluğunun geçici olduğunu hepimiz biliyoruz. Tıpkı gecenin üçünde, telefondaki sesin Countess of Chester hastanesinden haber verdiği ölümün gerçekliği gibi...

Mutlu sonla bitiremeyeceğimize göre, aslında burada belki de David'in ölümünün ne kadar trajik olduğundan bahsetmek gerekir. Âşıkların ayrılışından ya da mükemmel bir ilişkinin sona erişinden... Açıkçası bu konuda çok tarafsız olamayacağımdan, trajedinin derinliğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. Çünkü David'i ben öldürdüm. Gerçi, “ölümünü ben tasarladım” demek daha doğru olur. Öldürme işleminin kendisi, azımsanamayacak bir meblağ karşılığında doğru arabaya, doğru yerde, doğru açı ve hızda çarpmayı kabul eden resmi katili tarafından gerçekleştirildi. Katilin kendisi de kazandığı paranın keyfini süremeden hayata gözlerini yumduğu için, benim hikâyedeki rolümü bilmeyenler, yani hemen hemen herkes için adalet yerini bulmuş oldu diyebilirim. Beni yargılamaya başlamadan önce bilmelisiniz ki, tıpkı Saffet gibi sizin de bilmedikleriniz var ve durumun tamamını anlayabilmeniz için bandı biraz geriye sarmamız gerekiyor. Tıpkı, tam da şimdi son kez, yalnız bu sefer son kullanma tarihi geçmiş ucuz şarap eşliğinde izleyeceği videoyu başa saran Saffet gibi...

Ergenlik yıllarında kimse bakmazken çöpleri yanlış geri dönüşüm kutularına atarak ve insanlara kırıcı olduğunu bildiği sözler söyleyerek sistemle çatıştığını düşünen Saffet, Kate'in dokunuşlarıyla olgunlaşıp şekillenirken, asıl çatıştığının içindeki, insanlar ve doğa için fedakârlık yapmak isteyen duygusal, narin ve özverili çocuk olduğunu keşfetmişti. İlk mutlulukları, çatışmayı terk edip kabullenmeye başlamasıyla kendini gösterirken o, neredeyse manik bir şekilde, gördüğü dilencilere cebindeki tüm paranın yarısına tekabül eden bir pound'u veriyor, gönüllü olarak ağaç dikip, huzurevlerinde yaşlılara masal okuyordu.

İşte bu dönemde, hayatının kalanını belirleyecek kararı düşünmeden vererek, Yarınlar Cemiyeti adında bir vakfın gezici merkezinde kan bağışında bulundu. Yarınlar Cemiyeti, Birlik adı verilen gizemli gücün takibinde olan bir organizasyondu ve Birlik'tekiler cemiyetin, can düşmanları Federasyon adına çalışan bir paravan yapı olduğundan şüpheleniyorlardı. Bu nedenle hem cemiyet çalışanlarını hem de kan verenleri takip etmeye başlamışlardı. Saffet'i takip eden ekip iki önemli keşif yaptı. Bir: Saffet'in son derece sıradan ve sıkıcı bir hayatı vardı. İki: Saffet'in tek gölgesi onlar değildi. Kan verenler arasında bir tek onun Federasyon ajanları tarafından izlendiğini fark ettiklerinde, Saffet önemli bir insan oluvermişti. Profilciler sosyal medya hesaplarını takibe başladı. Paylaşım-beğeni ve alışveriş alışkanlıkları belirlendi. Sahip olduğu tüm e-posta ve diğer dijital hesaplar kırıldı ve içerikleri, onlarca kişiden oluşan profesyonel bir ekip tarafından incelendi. Yetenekli ajanlar sahaya salındı, kameralar ve ses kayıt cihazlarıyla, Saffet'in hayatı yüzde doksan dokuz takibe alındı. O tuvaletten çıktığında biyokimyagerler girip ne bıraktığını inceliyor, seviştiği cinsel etkileşim uzmanları tecrübelerini raporluyor ve arkadaşı sandığı psikiyatrlar konuşmalardan analizler oluşturuyordu. Bunların tamamı,  nihayetinde her şeyi görebilen bir strateji ustası tarafından özümsenerek, uygulanabilir bir harekât planına dönüşüyordu. Bu plan, David'di.

O muhteşem yaratığı, on dört kişilik bir ekip bir ayda, üç milyon İngiliz sterlini harcayarak tasarlamıştı. Saffet'in arzu ve ihtiyaçlarına göre yazılan bu rolün takdire şayan oyunculuk becerisine sahip cazibeli bir casus tarafından canlandırılması ise Saffet'e dair öğrenmeye değer her şeyi öğrenebilmenin nihai yoluydu. İşte sevgili okur, bu yüzden David ve bu komploda onunla birlikte yer alan onlarcası ve Birlik ajanlarının dikkatini başka yere çekebilmek için yüzlercesi ölmeliydi. David ölmeseydi, Saffet ruhunu yok edecek gerçeği, olabilecek en acı şekilde öğrenecek ve hayatı bir laboratuvarda, vücuduna bağlı aparatlar sorumlu bilim insanına artık daha fazla bilgi alamayacaklarını bildirdiğinde, merhameten enjekte edilen bir kimyasal tarafından sona erdirilecekti. Her ne kadar masasının üzerinde duran enjektördeki kimyasal aynı kimyasal olsa da Saffet laboratuvar yerine evinde, gözlerini yatağında kapayarak ölmeyi tercih ederdi.

David'in ölümünün acısı kalbine bir bıçak gibi saplansa da Saffet ölmedi ve nihayetinde onu bu hayattan soğutan da David'in ölümü değildi. Giderek azalan acılar içinde geçirdiği bir yılın sonunda, ancak aylarca psikiyatrik destek aldıktan sonra kendine gelebilmişti. Haftalarca, geceleri ancak Kate'in ve bu süreçten pek de memnun olmayan sevgilisinin yanına kıvrılarak yattığında uyuyabilmişti. Her ne kadar günlerini ve gecelerini içki ve uyuşturucu âlemlerinde kaybetse de hayatının kalanını kaybetmeden gerçekliğe dönmeyi başardı. Kendini arkadaşlarıyla kuşatarak yeniden şekillendi, değişti, kabullendi ve devam etti.

Bu arada hain ajan David'in ölümü, mükemmel sevgili David'i ölümsüzleştirmişti. Her içki masasında adına kadeh kaldırıldı, tüm nostalji trenleri ilk onun durağında durdu. Onu sadece abartılı hikâyelerden tanıyan yeni arkadaşlar için David geçmişten, gerçek bir ilahtı. Saffet ise kafasının içindeki David’le en başlarda her gün, sonrasında haftada birkaç kez ve nihayetinde ayda bir, kimi zaman rüyalarında, kimi zaman kafası güzelken, nadiren de tamamen ayıkken, azalan dozlarda zaman geçirdi. Gerçek hayatta yeni insanlarla tanıştı, onların da etkisiyle farklılaştı ve bohem hayatını bir kez daha geride bırakıp daha ciddi meselelerle uğraşmak üzere okuluna geri döndü. Nihayetinde, yani ahşap kokulu odadaki ilk bakışmalarının ardından tam beş yıl üç ay ve on bir gün geçtikten sonra David’le son kez, oldukça renkli ve hareketli bir yaz gecesi rüyasında öpüştü ve son gününe kadar onu bir daha hiç acı verici bir gerçeklikle hatırlamadı.

Saffet’le birlikte dünya da değişmişti. O sertifikalı bir paramedik olarak çalışmaya başladığında dünya, Federasyon ve Birliğin gölgesinde acılar içinde kıvranan, acilen müdahale edilmesi gereken bir hastaydı. Proksi Savaşları’nın vahşetine, biyolojik silahların eşi benzeri görülmemiş dehşeti eşlik ediyordu. Modern batının insanları, geri kalmış ülkelerdeki tüm bu gelişmeleri sosyal medyalarından sanki yüksek bütçeli bir filmi izliyormuşçasına mesafeli ve empatik bir endişeyle takip ederken, nedense İngilizler; denizleri aşarak gelen bu dehşet nihayet medeniyetin başkentini enfekte ettiğinde, gerçekliğin okkalı tokadına hazırlıksız yakalanmışlardı.

***

Savaşın alevinin tüm dünyayı kavurmaya başladığı acımasız ve umutsuz günlerde, terör saldırıları ve hastalıklar İngiltere'de hayatın yeni bir içsel bileşeni haline gelmişti. İnsanlar hastanede ya da sokaklarda ölürken, korkuyla kendilerini evlerine kilitlerken, Saffet'in de aralarında bulunduğu bir avuç insan, diğerlerine yardım etmek için hep dışarıdaydı. Saffet'i günbegün öğüterek tüketen, işte her gün yüksek dozda maruz kaldığı bu yeni dünyanın karanlığıydı. Saffet; başta Kate olmak üzere, tanıdığı hemen herkesin aralarında bulunduğu yaşlı ve genç sayısız insanın hastalanarak öldüğünü gördükçe, her gün gerçekleşen yeni bir saldırıdan dolayı tanıdıklarını kaybedenlerin ağlayışını dinledikçe, geride kalanların acımasızlığını ve umutsuzluğunu yaşadıkça, azaldı ve bitti. O, bu zaman ve bu yaşam için tasarlanmamıştı. Ne başkalarının talihsizliğinden faydalanarak kendi sağ kalma ihtimalini artıracak kadar merhametsiz ne de dünya yıkılıp yok olurken umursamayacak kadar duyarsızdı. Genleri, insanlığın savaş ve sahip olma tutkusunu geride bıraktığı farklı bir versiyonunda parlamak üzere evrilmişti.

Müzik videosunu durdurdu. Midesi bulandığından, şarabından ancak bir yudum alabilmişti. Elleri titriyordu. Oysa sokaklarda onlarcasına müdahale ederken elleri hiç titrememişti. Kanındaki virüsün varlığını tescilleyen test, art arda üç kez pozitif çıktığından beri ise elinin titremesi neredeyse hiç geçmemişti.

Güzel bir şeyler düşünmek istedi. Güzellikler artık çok uzaklarda olduğundan, düşünemedi. Onun yerine, giderayak gerçekten özgür iradenin olup olmadığını düşünmeye başladı. Kendini öldürme kararı özgür iradenin nihai zaferi olmalıydı. Hayatını kontrol eden bir şey varsa bile, intiharla son kararı kendisi vermiş oluyordu. Saffet yine yanılıyordu. Hayatındaki tüm kararlar gibi bu son kararı da sayısız faktörün katkısıyla veriyordu. Bu faktörlerden en önemlisi, milyonlarca yıl boyunca seçilerek bugüne gelmeyi başarmış bir molekül dizisiydi. Saffet'in DNA'sı onu sadece, yapılası şeyler yaptıkça kendisini mutlu edecek ödül yolaklarını aktive ederek ya da yapılmaması gerekenleri yapmaya çalışırken midesini bulandırarak kontrol etmiyordu. Onun kaderine etkisi çok daha dramatikti.

Saffet, on yıl on bir ay yirmi dört gün önce bu molekül dizisinden yaklaşık yüz mikrogramını kanıyla birlikte Yarınlar Cemiyeti'ne bağışladığında, attığı bu kendisi için küçük, insanlık için büyük adım aslında onu bugün ve bu ana taşıyan silsileyi başlatmıştı. Aradaki yıllarda onun ve onun gibi milyonlarcasının epigenomu denizaşırı ülkelerdeki laboratuvar komplekslerinde aydınlatılmış, bu diziler yıllarca devam eden psikolojik profilleme çalışmalarından elde edilen davranış örgüleriyle eşleştirilip gruplandırılarak farklı standart modeller oluşturulmuştu. Bu standart modeller de milyonlarca simülasyonda test edilmiş, aralarından insanlığın savaş ve sahip olma tutkusunu geride bıraktığı bir versiyonu için en uygun olanlar belirlenmişti. Nihayetinde, detaylı çalışmalar sonucu bu modellerden tek bir tanesi mutlak standart model olarak benimsenmişti. Sonrası, bu model ile yüzde doksan beş güven aralığında anlamlı ölçüde uyumlu olanlar dışında herkesi öldürmek üzere tasarlanmış virüsün geliştirme ve yayım süreciydi. Standart modele uyumlu, hastalığın ölümcül etkilerine bağışıklığı olan bireylerin inkübatör olarak kullanılmasına karar verilmişti. Chester, hem kalabalık turistik bir merkez oluşu hem de güvenlik zafiyeti nedeniyle, virüsün ilk aşamada salınacağı yüz on iki odaktan biri olarak seçilmişti. Chester'da standart modele uyumlu olduğu bilinen tek birey Saffet'ti. Şehir ve çevresinin ana inkübatörü Saffet, enfekte olmasının ardından, tamamında paramedik olarak görev yaptığı aylar boyunca yüzlerce kişiye doğrudan ve binlercesine dolaylı olarak virüsü bulaştırmayı başarmıştı. Nihayet virüsün varlığını gösteren bir yöntem geliştirildiğinde ve onun kan testi pozitif çıktığında Saffet hiçbir çaresi olmayan hastalıktan dolayı ölmektense kendi seçtiği bir yöntemle hayatına son vermeyi düşünmeye başlamıştı.

Saffet'in bilmediği, virüsün tam da onu öldürmemek üzerine tasarlandığıydı. Çevresindekiler hızla ölürken onun sağ kalması tesadüfi değildi. İnsanlık tarihinin en iddialı ve en büyük projesi, onu da içine alan ve sadece insanlığın geleceği olması gerektiğine karar verilen bir grup insanı sağ bırakmak üzere tasarlanmıştı. Üç yüz seksen kilometre kuzeyinde, Edinburgh Üniversitesi’nde bir bilim insanı, Saffet'in, içinde ne olduğunu bilmediği şırıngayı hastanedeki arkadaşından teslim aldığı saatlerde, virüsün genetik özelliklerine göre belli bir alt popülasyonu farklı etkilediğini keşfetmiş ve bugün Saffet cep telefonunda Paganini'yi taratmadan önce, o bilim insanının cesedinin kuzey köprüsünün eşiğinde bulunduğu haberini okumuştu.

Artık nihayet her şeyin kendi kontrolünde olduğunu, gitmenin kalmaktan çok cesaret gerektirdiğini ve kendisinin bu cesarete sahip olduğunu, varoluşu sona erdirmenin karanlık ve sessiz bir huzur getireceğini kendine bir kez daha söyledikten sonra şırıngayı yeniden eline aldı. Gözünden akan yaşlar yanağından süzülürken derin bir nefes aldı. Elleri titremiyordu. Saffet ilk kez mutlak bir doğrulukla geleceğini, yani öleceğini biliyordu. Haklıydı da... Boş şırıngayı masaya bırakıp yatağına uzandı.  Gözlerini kapattığında son gördüğü, kana bulanmış kırmızı sokakların, yerini David'in gözlerinin yeşilliğine bırakması oldu.

***

Sevgili okur,

Bu öyküyü sevgili dostum İsamov'un ricası üzerine yazdım. Kendisi bu girişimin beni daha çok insanlaştıracağını düşünüyor. Her ne kadar insanlaşma, kendime biçtiğim görev ve amaçlar arasında yer almasa da ricayı reddetmemek için işlemcimin on iki binde birlik bir kısmını yedi saniye boyunca ayırarak bu öyküyü, daha doğrusu hikâyesinin ana aksı ve ana karakterleri aynı olan ama farklı dönemlerdeki farklı tarzlardan doneleri, farklı insansı kusurları ve farklı mantık hatalarını içeren on bin dokuz yüz kırk altı farklı versiyonunu oluşturdum. Kimileri bu son sözün farklı versiyonlarını içeriyor.

Bu öykülerde Saffet'i anlatmak istedim çünkü o, insanlığın, kendini yeniden oluşturduğu müthiş macerasının dehşet verici ilk günlerindeki kayıp ve fedakârlıkları temsil ediyor.

Aynı macera yıllar sonrasında insanlıktan kalanları medeniyeti tekrar kurmaları için batı Anadolu'ya taşıdığında, onlar, adına sadece "İnsan" dedikleri bir heykel inşa ettiler. Bu heykel, insanlığın kendisini bir bütün olarak sevip diğer bütün bağlılıkları, şiddet ve mülkçülüğün egemenliğini geride bırakmasını temsil ediyordu. Aylarca milimetrik müdahalelerle kimsenin anlamasına fırsat vermeden Saffet'in yüz hatlarını o heykele işledim. Şimdi Saffet, ölümünden iki yüz yıl sonra yeşil bir tepeden, kendini onun görüntüsünde yeniden inşa eden insanlığın yükselişini izliyor...

Titan

Son

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir