Eylemsiz

Eylemsiz

XIV

PGM Ekstraksiyon Ünitesi // Vasadia Madencilik Üssü // Phobos // Mars Yörüngesi

Ateş, zeminden bir buçuk metre yüksekte tamamen hareketsizdi. Gözleri kaskının çiziklerle kaplı kalın camının dışındaki uzayın sonsuzluğunu süzüyordu. Hareketsizliğinin bir aldatmaca olduğunun da farkındaydı. Ya o fark etmesi güç bir yavaşlıkta Phobos'a doğru düşüyordu ya da yörüngesinde ilerleyen Phobos nazikçe ona çarpacaktı. Tüm bunlar olmasa bile her şey sürekli hareket halindeydi. İstediği kadar sabit dursun akciğerleri genişleyip büzülüyor, kalbi eğrilip bükülürken litrelerce sıvı vücudunda yer değiştiriyordu. Kendi bedenini terk edip uzaklara baktığında, Phobos'un etrafında döndüğü Mars Güneşin, Güneş ise Samanyolu'nun merkezinde her ne varsa onun etrafında dönüyordu. Ayrıca evren genişliyor ve bilinen her şey zamanda durmaksızın tek yönlü ilerliyordu. Hiçbir şey eylemsiz değildi ve kaçınmaz ısı ölümünün gelişine kadar eylemsizliğin imkansızlığı her şey için mutlaktı.

Genç kız gözlerini kapatıp içinden saymaya başladı. Bu, küçüklüğünden beri babasıyla oynadığı kuralları basit bir oyundu: hafifçe sıçra, kendini düzle, zeminle buluşacağın anı kestir. Phobos'un yer çekimi Dünya'nınkinin bin yedi yüzde birine eşitti. Yok denemeyecek kadar çok, var denemeyecek kadar azdı ve eninde sonunda yere düşerdiniz. Gerçi yaşanan düşmekten çok hafifçe konmayı andırırdı ve dışuzay kıyafetinde teması hissetmek çok güçtü. "Düştüm!" dedi ve hızla kafasını çevirdi. Hâlâ en az bir metre yüksekteydi.

"Ateş, toparlan". Telsizden gelen otoriter ses oyunu bitirme vaktinin geldiğini ilan ediyordu. Baş parmağı ile kontrol ettiği püskürteçlerden uygun açılardaki hava püskürtmeleriyle zeminle açısını doksan dereceye düzeltti ve ayakkabı tabanındaki manyetiği aktifleştirerek yüzeye döşenmiş metalik şeride kondu. Aynı zamanda mekiklerinin harekât güzergahını belirleyen bu tekray üzerinde dikkatlice yürüyerek araca ulaştı.

İçi tıka basa dolu yirmi metre uzunluğunda mekiğin ortak sohbet radyosuna statik bir sessizlik hakimdi. Yan yana dizilmiş dışuzay kıyafetlerinin içindeki buğulu yüzlerden çeşitli düzeylerde hayal kırıklıkları okunuyordu. Şimdi yanına oturduğu babası en üzgünlerdendi. Ateş konuya çok hâkim olmasa da sendika temsilcilerinin şirket yetkilileriyle işçi haklarıyla ilgili bir görüşme yaptığını biliyordu. Belli ki görüşme sendikadakilerin arzuladığı şekilde gitmemişti. Mars hastalığı mıydı konu yine? Düşük yerçekiminde uzun süre çalışmaktan kaynaklanan bu hastalıktan mustarip çok tanıdıkları vardı. İşçiler yıllardır vardiya sürelerinin azaltılmasını, Dünya rotasyonlarının sıklaştırılmasını, haftalık dönerge izinlerinin arttırılmasını, radyasyon koruyucu ve kasiskelet destek ilaçlarının ücretsiz olmasını talep ediyordu. Ateş için bu görüşme hatırladığı tüm diğer görüşmelerden farksızdı. Onun kafasındaki şirket sağır ve umursamaz, toplantılar amaçsız, anlamsız ve en önemlisi öldüresiye sıkıcıydı.

Biri ayağa kalkıp muhtemelen özel kanaldan başka birine bağırıp çağırmaya başladığında Ateş merak ve heyecanla o tarafa döndü. Mekiğin içinde ses dalgalarını iletebilecek hava olmadığından ancak temas yüzeylerinden son derece boğuk bir mırıldanma olarak kulağına ulaşan sesler durumun ciddiyetini yansıtmaktan çok uzaktı. Bununla birlikte ayaktakinin kan kırmızısı yüzü, öfkeyle savrulan kolları ve salya saçan ağzı adamın dudaklarından dökülenlerin okkalı hakaretlerden daha kibar tamlamalar olmadığını söylüyordu. Ateş, babası görüş açısını kısıtladığından adamın nefretinin odağındaki zavallıyı göremiyor ama korkudan sinmiş olabileceğini düşünüyordu. Mekik aniden durdu. Herkes eylemsizlik yasası gereği mıknatıslı ayakları yere sabit sadece gövdeleriyle rüzgârda eğrilen ağaç misali kısmen savrulurken, ayaktaki yeni oluşan bu momentumdan destek alarak kendini mekiğin dışına attı. Sonrasında herkesin yerinden fırlayışı ve ortak radyoda yankılanan çığlıklar... Ateş mekiğin camsız penceresinden Phobos'un acınası yerçekiminden kurtulup uzayın sonsuz boşluğuna savrulan adamın görece hareketsiz bedenini belli belirsiz beyaz bir siluet olarak seçti. Belli ki kendini olabildiğince hızlı yükseltebilmek için tüm havasını püstürteçlerde kullanmıştı.

Yetişkinler onu engelledikleri bir kanal üzerinden hararetli bir şekilde konuşmaya başlamışlardı. Onun anlamayacağı karmaşıklıkta planlar yapılırken, bazıları kaynak takımlarıyla mekiğin birtakım parçaları kesmeye, başkaları açığa çıkan kablo yığınını kurcalamaya ve diğerleri tabletlerinde bir şeyler yazmaya başladı. Ateş'in kafası karışmıştı ve korkmaya başlamıştı. Dakikalarca süren bu düzenli keşmekeşin ardından babası Ateş'in önünde yere çöktü, kızın omuzlarından tutup, kaskını kaskına temas ettirdi ve telsiz kullanmadan konuşmaya başladı.

"Andy... " Kafasıyla olmayan gök yüzünü işaret etti. "O... Mekikten atlamadı. Biz... Biz, kaza yaptık."

Göz temasından kaçınarak devam etti, ağlamamak için kendini zor tuttuğu belliydi. "Mekik yüzeyde sürüklenen bir enkaza çarptı ve Andy mekikten dışarı savruldu... Kıyafetinde ne sorun vardı bilmiyoruz... Bir şekilde arıza yapmış olmalı... Anlıyor musun?"

Ateş onaylar biçimde kafasını salladı.

"Duymak istiyorum Ateş. Burada bugün ne olduğunu anladın mı?"

Ateş zorlukla yutkunup cılız bir sesle "evet" deyiverdi. Şimdi onun da gözleri dolmuştu.

Baba çocuğuna sarıldı ve çevrelerindeki koşturmacaya aldırmadan bir süre kalakaldılar.

Ateş'in engeli kaldırıldığında ortak radyo kanalından güvenlik raporunda ne ifade verileceği konuşuluyordu. Dinlemeye çalıştı ama aklı onlarla aynı öbekte Qián kubbesinde eşi Stanley Weir ile yaşayan Andy Robinson'daydı. Yüzünü zoraki gözünün önüne getirebildiği adama dair, babasının yakın arkadaşı olması dışında tek hatırladığı eşiyle birlikte sabahları öbeğin ortak tüpünü kullanırken mutlu göründükleriydi. Çocukları yoktu. O yüzden bugüne kadar Ateş için önemli olmamışlardı.

"Wu wei!" diye konuşmasını bitirdi sendika baştemsilcisi.

"Wu wei!" diye tekrarladı mekiktekiler...

Kararlı yüz ifadeleriyle herkes çok ciddiydi. Ateş,  korkunç trajedinin etkilerini halen hissediyor olmasına karşın kendini sloganın gülünç tezatlığına görünmez bir küçümseme mimiğiyle tepki vermekten alıkoyamadı. Wu wei... Yapmamayı yapmak... Eylemsizlik eylemi... Eylemeden eylemek... Tam bir Türkçe karşılığı yoktu aslında. Onların öbeğinin de aralarında bulunduğu Pasifist Cephe'nin resmi dini ve felsefi yaklaşımı olan Daoist öğretinin temel prensiplerinden birisi olduğundan hepsi bu sözü ve anlamını küçük yaşta öğrenirlerdi. Wu wei... Bir adam intihar ederken, diğerleri hep bir ağızdan harekete geçmemeyi savunan bir slogan atarak olayı ört bas etmeye çalışıyordu.

Kalan yol boyunca babası kızını yanından ayırmadı. Üssün küçük sorgu odasında devasa ekrandaki suratsız güvenlik görevlisine yalan ifadesini verirken elini hiç bırakmadı. Ateş "iyiyim" demek istedi, "beni düşünmek zorunda değilsin." Gerçekten de kendini kötü hissetmiyordu. Hatta öyle garip bir durumdaydı ki kendini yeterince kötü hissetmediği için suçluluk duymaya başlamıştı.  Sonradan anladı. Babası ona destek olmaya çalışmıyordu. Onun desteğe ihtiyacı vardı. Hiçbir şey demeden ellerini tutmaya devam etti.

Psikiyatrik değerlendirmeler, güvenlik ve kaza rapor görüşmeleriyle geçen uzun saatler sonrasında nihayet serbest kaldıklarında Smirna öbeğindeki evlerine geri döndüler. Alışılmışın aksine tüm kubbeler sessizdi. Dünya yazının özgün etkinliklerini taklit etmek için öbek ortasına kurulan havuz boştu. Ne çevresinde koşup oynayan çocuklar ne de yapay plajda müziğin ritmiyle dans eden gençler vardı. Kubbelerin içinde yaşayan birileri olduğunun tek göstergesi yapay gün batımıyla yanan ve gece boyunca hiç sönmeyecek ışıklarıydı. Yemek masasında babasıyla konuşmak istedi. "Annemi mi..." diye başladı söze. Kıvranan bakışlarını görünce babasının hazır olmadığına karar verdi ve devamını getiremedi. Sessizce yemeklerini bitirdiler.

Ateş ve babası o olayı hiç konuşmadılar.  Ateş sonrasında yıllarca o günü düşünecek ve yetişkinliğinde hayatının dönüm noktası olarak tanımlayacaktı. Olup biteni tam olarak kavrayacak vakti olmadığından o anki hisleri korku, endişe, çaresizlik ve yadırgamanın heterojen bir çorbasıydı. Hemen ardından geleceğine dair planları yapmaya başlarken cesaret ve kararlılık eklendi. Öfke sonradan gelecekti.

XXI

Smirna öbeği // Noctis Labyrinthus // Mariner Vadisi // Mars

Her biri ayrı bir ailenin evi olan birbirinin aynısı yarım küre şekilli sekiz kubbe, geniş sekizgen alanın köşelerine dizilmişti. Kubbelerin kapıları yine sekizgen şeklinde tasarlanmış ortak alandaki bahçe ve tüp girişlerine bakıyordu. Tüm ortak alan, bahçenin çocuk parkı olarak ayrılmış kısmında, öbeğin her yerini örtmüş beyaz yapay kara aldırmadan salıncakta bir ileri bir geri sallanan kadın dışında boştu. Uzun boylu, geniş omuzlu kadının yapılı vücudu salıncağa zar zor sığarken zencefil rengi küt saçları her hareketiyle farklı yöne savuruyordu. Tüm parkta az yağlanmış metalik zincirin gıcırdamasından başka ses duyulmuyordu. Ateş hareketiyle değişen görüş alanının her turunda tüpün girişindeki camdan anıtı keserken isimler arasından Andy'yi seçmeye çalışıyordu. O yokken listeye onlarcası eklenmişti.

Léi kubbesinin arkasından çıkan ve Noel babanın elflerinden birisi olarak giyinmiş küçük oğlan çocuğu seke seke, kar üzerinde muntazam sıralanmış ayak izleri bıraka bıraka parka doğru ilerlemeye başladı. Görüş alanına her girdiğinde biraz daha yaklaşmış olan çocuk bir yandan da Ateş'in sözlerini anlayamadığı bir tekerleme fısıldıyordu.

"Sen kimsin?" dedi elf-çocuk hareket halindeki Ateş'e. Sallanan kafasıyla berikini takip etmeye çalışıyordu.

"Adım, Ateş" diye yanıtladı genç kadın.  Bir yandan çaktırmamaya çalışarak ateşleme düzeneğini ve kinetik koruyucusunu kontrol etti.

"Ben de Yıldırım, memnun oldum."

Ateş oralı olmamıştı. Çocuk devam etti:

"Neden buradasın Ateş?"

Ateş aniden iki ayağını yere yapıştırıp durdu. Beriki irkilmişti ama yerini değiştirmedi.

"Biliyor musun eskiden şurada yaşıyordum" dedi Ateş. Parmağı Shuǐ kubbesini gösterirken, deniz mavisi gözleri doğrudan çocuğun ürkek kahverengi gözlerinin içine bakıyordu.

"Bayan... Corey ile birlikte mi?"

"Ondan önce... Babam Deniz ile birlikte kalıyorduk... Şimdi o Dünya'da..."

"Sen neden Dünya'da değilsin?"

Çocuğun samimi görünen şaşkınlığına Ateş yüzündeki sahte yarım gülümseme ile cevap verdi.

"Benim işim burada... Biliyor musun ben de Dünya'daydım. Hem de dört yıldır. Garip bir kokusu var Smirna'nın. Tamamen unutmuşum. Meyveli çiçekli bir koku. Ağır, ekşimsi bir şeylerde var içinde..." Ateş kafası öbeğin tüpünün bağlandığı çatı kısmına dönük havayı kokluyordu. Çocuk da aynısını yaptı.

"Ben demir gibi bir koku alıyorum..."

Ateş bir anlığına seslice güldü ve sonra aniden ciddileşti.

"Yapay karın kokusu o... Ne saçma değil mi?  Havaya bunu püskürtünce kış mı olmuş oluyor yani? Ayrıca Dünya'nın kuzey yarım küresinde kış diye burada da mı olmak zorunda? Bu saçma sapan kılık da ne?" Gözleriyle çocuğu süzmek için bir iki saniye duraksadı.

"Neden sanki Dünya'daymış gibi davranıyoruz anlamıyorum. Mars'ın ekvatorundaki Noktis Labirentus'un kapalı sistemlerinde mevsim değişiklikleri bizi ilgilendirmez. Smirna hep yirmi derecedir."

"Ben kışı seviyorum. Gösterileri, karı, oyunları..."

Ateş çocuğa küçümser gözlerle baktı.  Şirket gerçekten insanları bu kadar kolay manipüle edebileceğini mi düşünüyordu? Gözleriyle kubbeleri kolaçan ederken istemsizce Shuǐ'de takılı kaldı. Aklının yıllar öncesine gitmesine engel olamıyordu.

"Bundan dört sene önce buradan ayrılırken babamla aramızda hararetli bir tartışma geçmişti."

Şimdi yapay karın üstünde bağdaş kuran çocuk meraklı gözlerle Ateş'i takip ediyordu.

 "Babam Pasifist Cephe'nin 'yılmaz' Daoistlerindendi. Hepimiz öyleydik o zamanlar. Yeterince insan öldükten sonra insan sorgulamaya başlıyor...  Neyi bekliyoruz? Neden hakkımızı aramak için mücadele etmiyoruz? Daha kaç kişinin ölmesi gerek? Dünyadayken neyi fark ettim biliyor musun? Milyonlarca işsiz devlet yardımıyla yaşarken Dünya'nın dışında olup bitenlerden habersiz. Haberdar olanlarınsa umurunda değil. Tek başımızayız."

Çocuğun anlamsız bakışlarını görünce derin bir nefes çekti ve yavaşça geri bıraktı. İçinden kendine "sakin ol" demişti.

"Sen babamı merak ediyorsun... Üniversite için Dünya'ya gideceğimi duyduğunda çok sevinmişti. O zamanlar bende Mars hastalığının herhangi bir emaresi yoktu. Tabi hemen ardından Yaşlı Adam'a katılacağımı söylediğimde sevinci yok oluverdi."

Çocuk ürpermiş gibi aniden hafifçe titredi. Sonra eliyle gözlerini ovuşturup yeniden dinlemeye koyuldu.

Ateş artık okun yaydan çıktığını biliyordu. Buradan geri dönüş yoktu. "Şeytan mı dürttü?" diye sordu.

Çocuk ellerini açıp bilmem ki manasında omuz silkti.

"Neyse... Babam sabretmemiz ve beklememiz gerektiğini düşünüyordu. Zamanla her şeyin daha iyiye gideceğine inanıyordu. Düşünmeden alelacele yapılacak bir müdahale hassas dengeleri bozabilir, herkes için mutlak bir yıkımı getirebilirdi. O gün bana: doğa acele etmez demişti, yine de her şeyi başarır."

Sakince salıncaktan indi. Çocuğun hemen önüne aynen onun gibi bağdaş kurarak oturdu, sol elini ceketinin cebine soktu ve devam etti.

"Tabi ki bizim Laozi'den alıntı yapacak, değil mi? Doğa hakkında ne düşünüyorum biliyor musun? Doğa bizim düşmanımızdır. Mars'ın doğasını düşün mesela. Biz burada gün be gün doğayla mücadele ederek hayatta kalıyoruz. Burada doğanın her şeyi başarması demek, ölmemiz demektir. Eskiden de böyleymiş. Atalarımız doğayı ehlileştirirken hep mücadele etmemişler mi? Halen evrimimizden kaynaklanan kısıtlılıklarla mücadele etmiyor muyuz? Doğanın her şeyi başarması demek insanlığın tüm başarılarının yok olması demektir."

"Bence Dünya'ya dönmelisin. Baban seni özlemiştir. Benimki beni özlerdi."

"Eminim babalarımız çok farklıdır. Hikayemi bitirmemi istiyor musun?"

Çocuk evet anlamında kafasını salladı.

"Dünya'ya gittiğimde Yaşlı Adam'ın ocağına katılmadan önce orta doğuda, atalarımın yaşadığı toprakları ziyaret ettim. Köklerimi aradım anlayacağın. Biz Daoist olmadan önce Müslüman ondan önce de Zerdüştîymişiz. Zerdüştîlikte iyi ve kötü ayrımı çok nettir ve bu iki gücün mücadelesi esastır. Mesela Mars için Şirket ve Yaşlı Adamın mücadelesi gibi düşünebilirsin. Zerdüşt kötülüğü ezmek gerektiğini ve nihayetinde iyiliğin kazanacağını söyler. Yaşlı Adam da aynı fikirdedir bence."

Her yaşlı adam deyişinde çocuğun sıçramasından keyif alıyordu. Çocuğun elinde değildi. O da tıpkı Ateş gibi doğasının esiriydi. Ateş sustu. Gözleri şimdi yeniden çocukluğunun geçtiği mahalleyi süzüyordu. Aslında tehdit unsurlarını görmeye çalışıyordu ama onun yerine baktığı her yerde geçmişinden bir sahne oynuyor, çocukluk arkadaşları, ilk aşk, ilk öpüşme, ilk sokak kavgası ve ilk eylemine dair anılar çok derinlerde bir yerlere iğne gibi saplanıyordu. Bu, onun Smirna ile vedalaşmasıydı. Ondan ve neden olduğu acılardan nefret ediyor, onu çok seviyor ve yaşanmışlıkları deli gibi özlüyordu. Onu bir daha görmeyecekti.

Çocuk varlığını hatırlatmak istercesine ellerini mavi gözlerin önünde sallayarak konuşmaya başladı. Şimdi karşısında ayakta duruyordu.

"Yaşlı Adam nerede biliyor musun?"

Gözleri açılan Ateş şaşkınlığını gizlemeyi başaramadı. "Yok artık" diye düşündü. "Cidden böyle öğreneceğinizi düşünüyor olamazsınız."

"Tabi ki biliyorum... Burada." dedi. Sağ eli kalbini işaret ediyordu.

"Babanla küs ayrılmış olmanız onu kurtarmaz biliyorsun değil mi?" dedi çocuk, kendinden beklenmeyecek yetişkinlikte bir ses tonuyla.

Ateş cevap vermedi. Sakince ayağa kalkıp çocuğun önünde yükseldi. Öfkesini gizlemeye çalışıyordu. Çocuk devam etti.

"Zavallı adamın İzmir'deki huzur içinde geçen günleri sona mı ersin? Yılların emeğini çöpe mi atacaksın?"

"Biliyor musun eğer bir kişi emekliliğine kadar normal rotasyonlara uyarsa son kez Dünya'ya döndüğünde asla yürüyemiyor. Ayağa bile kalkamıyor. Marsın düşük çekimine alışan kasların gücü yetmiyor. Genelde yetmişi gören de pek yok. Hastane odasında güçsüz ve esir bir şekilde ölüyorlar. Yalnız bir şekilde... " Cümlesini tamamladıktan sonra elleri cebinde omuzlarını geri iterek gerindi, hafifçe yerinde bir kez sıçradı ve devam etti: "Ben Mars'ın yer çekimini özlemişim. Burada kendimi ait olduğum yerdeymişim gibi hissediyorum. Bu yer de bana aitmiş gibi..."

"Hâlâ çok geç değil, Ateş. Hem kendini hem babanı kurtarabilirsin."

Ateş bir kahkaha patlattı. "Bir yıldır peşimdesiniz ve ilk kez yüzümü gördünüz. Bu saçmalığın dakikalardır devam etmesinin tek nedeni bu."

"Sen bilirsin."

Çocuk insan gözünün yakalayamayacağı bir hızda avuç içinden çıkan iğneyi Ateş'e doğru savurdu. Ateş çoktan cebinde sakladığı tabancanın tetiğini sıkmıştı. Çocuğun metalik kafatasını delen mermi işlemcisini parçalayıp, kafasını arkasından biyomekanik parçalarla terk ederken, açtığı delikten fışkıran mürekkep siyahı plazma sıvısı beyaz karın üzerinde kusurlu bir daire çizdi. Cansız bedeni yer ile buluşamadan çatışma dronları ve paralı askerler ortak alana dolmaya başlamıştı.

Ateş, öbeğine son kez bakıp fısıltıyla "elveda" dedi ve nazikçe ateşleyicisine dokundu.

Askerler ve dronlar muhtelif silahlarını ona doğrulttuğu anda kubbelere günler önce yerleştirdiği patlayıcılar bir bir patlamaya başlamıştı. Kırmızı alev tüm alanı sararken o kinetik koruyucusunu çalıştırdı ve küçük korunaklı alanın ardında hareketsiz her şeyin yok oluşunu izledi.

XXVIII

MDG Smirna Korveti // Vasadia Madencilik Güvenlik Üssü Rotası // Mars Yörüngesi

Bin tonluk metal yığını siyah boşlukta görünmeyen hedefine doğru ivmesiz süzülüyordu. Saatte on iki bin kilometre hızla yol alan gemi, içindeki iki yüz küsür seçkin askerden oluşan mürettebatın tamamı için hareketsizdi. Yarım saat içinde sarı alarm çalınıp yavaşlama sekansına geçilecek, üsse ulaşmalarına dakikalar kala çalacak kırmızı alarm ile çatışma idare subayı hedefine çoktan kilitlenmiş torpidoları ve ray toplarını ateşleyecekti. Ateş Kumandan komuta odasında, masasının holografik ekranında simülasyonu oynayan basit planın üzerinden yüzüncü kez geçerken metalik kapıdan yankılanan çalma sesiyle irkildi. Sertçe "Gir!" diye seslendi.

Sefer subayı teğmen James O. Fergus derin bir nefes aldı, bir saat önce dondurduğu özel buzları elindeki tutucunun içine bıraktı, bu işi yapmak zorunda olduğu için içinden kaderine küfretti ve neredeyse ayaklarını sürüyerek odaya girdi. Sonrasında derhal hazır ola geçti ve kafasını hafifçe öne eğerek komutanını selamladı.

"Ne var?" diye sordu Ateş. Yeşilimsi hologramın arkasında kaşlarını çatmış, bakışları zavallı adamın kafasını deliyordu.

Beriki donuk bakışlarıyla elinin titremesini engellemeye çalışırken ancak kendisine dakikalar gibi gelen saniyeler sonra konuşmaya başlayabilmişti. "Kumandanım... Smirna'nın mürettebatı olarak... Sizleri aramızda görmekten... Yani, eğer küçük kutlamamızda bize eşlik..."

"Yaklaş bakayım" diye seslendi adamın sözünü kesen kadın.

Genç asker öleceğini düşünerek manyetik ayakkabıların kendine özgü yavaş ritmiyle yaklaştı. O aheste ilerlerken Ateş koltuğunda dikleşmişti. Şimdi küt saçları yerçekimsiz ortamda dans ederken ve gözleri hedefine kilitlenmişken o yelesi savrulan bir aslandı. Ateş direnişteki askerler arasındaki ne fiziksel olarak en kuvvetli olandı ne en tecrübelisiydi ne de en rütbelisi... Onun etkisinin nedeni namıydı. Gerek Mars'da gerek Dünya'da herkes onun cesaretini ve acımasızlığını bilirdi. Yüzünde ve tüm vücudunda imkansız gibi görünen zaferleri elde ettiği ve hep kıl payı da olsa sağ kalmayı başardığı onlarca çatışmanın izini taşıyordu. İsmi direnişçilere ilham verirken, Vasadia'nın paralı askerlerinin kalbine korku salıyordu. Her iki tarafın da propaganda posterlerinde resminin basılıyor olması tesadüfi değildi.

Şimdi subay ile komutanının arasında sadece taktik masası kalmıştı. Ateş sakince hologramı kapattı, sağ dirseğini masaya koydu ve yanağını eline dayadı.

"Neyi kutluyorsunuz?"

"Kumandanım... Yeni yıl... Yılbaşı..." Bir yandan elindeki tutucuyu kadının öfkesine kurban olmadan teslim edebilmek için doğal olmayan bir yavaşlıkta uzatıyordu. "Size viski getirdim..."

Kadın gülümsedi. Tutucuyu devralıp masanın manyetiğine yapıştırırken "Bu yılbaşı kutlamaları hakkında ne düşünüyorum biliyor musun?" diye sordu. Subayı gerçek soru zannedip yanıtlamaya çalışmasın diye beklemeden açıkamaya başladı. "Saçmalığın daniskası! Bir de kendinize Marslı diyeceksiniz. Neden Dünya'daki yıl dönümü bizi ilgilendirsin? Bizim kendi yıl dönümümüz yok mu? Hayır bari kendi içinde mantıklı olsa... Neden Aralık sonu da Mart değil? İki bin yüz yıl önce doğmuş bir Dünya'lının doğum gününü mü kutluyorsunuz?"

James, İsa'nın doğumunun aslında 25 Aralığa denk geldiğini söylemek istedi ama sağ kalma iç güdüleri baskın çıktığından sessiz kalmayı başardı.

"Şimdi muhtemelen sana şaşırtıcı gelecek ama tüm Dünya geleneklerinden nefret ediyorum."

James'e şaşırtıcı gelmemişti.

"Ama hepsinden çok kıştan nefret ediyorum. Doğanın saldırısından başka bir şey olmayan soğuğun romantikleştirilmesinden... Kış dendiğinde aklına sıcaklık, kavrulmuş kestane ve samimi bir ortam gelen Marslılar var. Bundan daha saçma bir şey olamaz!"

Bir an durduktan sonra viskisinden ilk yudumunu aldı. James derin bir rahatlama hissetti. Ateş'in eli tam hologramı açmak için uzanıyordu ki subayın kapıya yönelmediğini fark etti.

"Hâlâ buradasın."

"Kumandanım sanırım gelmeyeceksiniz..."

"Bravo. Gözlem yeteneklerin takdire şayan."

James görevini tamamladığını düşünerek geri geri yürümeye başlamıştı ki içindeki merak duygusuna yenik düştü. Başka şansı da olmayacaktı. "Ben... Size bir şey sorabilir miyim?" deyiverdi. Berikinin çok da saldırgan olmayan bakışlarını devam edebileceğine yordu ve ekledi: "Direnişe nasıl katıldınız?".

"Ben direnişe katılmadım çocuk. Direniş bana katıldı. Benim direnişim eşi sigorta parasını alıp Dünya'ya hastalanmadan dönebilsin diye bir Marslının kendini öldürmesiyle başladı."

James o hikayeyi duymuştu.

"Peki, Yaşlı Adam'la tanıştınız mı?"

"Hayır." dedi. Şimdi gözleri James'den uzaklarda olmayan ufka odaklanmış dalgınca bir şeyler arıyor gibiydi. "Yaşlı Adam'la tanışmazsın. Onun varlığını hissedersin. Askeri işlere, çatışmalara karışmaz. O yazı yazar, lobi yapar, bağlantı kurar. Kaynak yaratır."

"Yani onunla hiç doğrudan görüşmediniz mi? İnsanlar onu tanıdığınızı söylüyor. Hatta..." James devamını getiremedi.

"Hatta?"

"Hatta, aslında siz Yaşlı Adam'mışsınız"

Ateş bir kahkaha patlattı. "Ben o kadar Yaşlı Adam değilim ki aklın tutulur. Ben kılıcım, o kalem. Biz birbirimizin antiteziyiz. Direnişte Yaşlı Adam olmayan ne varsa işte o benim. Yeterince açık oldu mu?"

"Evet kumandanım."

James içinden kendine "hâlâ nefes alıyorken yürü git" dedi ama bir adım dahi atamadı. Öğrenmek zorundaydı... Verdiği kararın doğru olup olmadığını bilmeliydi.

"Kumandanım... Bugünkü operasyonun savaşı gerçekten bitireceğini düşünüyor musunuz?"

Ateş genç teğmenin cesaretinden etkilenmişti. Koltuğunda geriye yaslandı ve viskisinden bir yudum daha aldı. Bir iki saniye daha bekledikten sonra kendinden beklenmedik bir samimiyetle konuşmaya başladı.

"Kesinlikle. Hedef aldığımız üs Vasadia'nın Mars yörüngesindeki son kalesi. Ve zamanlama mükemmel. Çatışma ancak dakikalar sürecek. Menzile tam Dünya'nın yıl dönümünde gireceğiz. Eğer onlar da benim mürettebatım kadar nostaljikse gardları bir nebze daha düşük olacaktır. Üç kritik sistemi eş zamanlı vuracağız ve onlar missileme yapamadan geri çekilmiş olacağız. Aralarında Mars stratejik operasyon sorumlusunun da olduğu yedi üst düzey yetkili, şirketin lojistik altyapısı, bir kruvazör ve üç korvet tek darbede yok olacak."

Ateş o konuştukça dizini sallayan ve dudaklarını ısıran genç subayın artan huzursuzluğunu fark etti. Kendini ifade etmesi için sözün ona geçmesine izin verdi.

"Ya yetmezse? Ya vazgeçmezlerse? Ya Dünya'dan daha fazla gemi, daha fazla asker gelirse? Yıllardır yüzlerce hedefi yok ettik, binlerce insan öldü onlar hiç vazgeçmedi..." Dolan gözlerini gizlemek için kafasını önüne eğen James'in sesi titriyordu.

Ateş ayağa kalkıp subayının suratına okkalı bir tokat yapıştırmak istediyse de kendisini tuttu. Bunu daha önce de görmüştü. En tecrübeli asker bile çatışmadan önce güvenini yitirebilirdi. Harekât komutanının görevi bu durumda cesaretlendirmek olmalıydı.

"İşte burada yanılıyorsun çocuk. Kapitalizm o kadar komplike değildir. Bu işler kâr zarara bakar. Paralı askerler, gemi ve techizat yatırım, Mars ve sömürgeci sistemin getirileri ise kazançtır. Bizim tek yapmamız gereken yatırımı kazanca değmeyecek kadar yükseltmek... Her gün raporlar hazırlanıyor, grafikler çiziliyor, hesaplar yapılıyor... Eninde sonunda ne görecekler biliyor musun? Batık yatırım. Ne ölümleri görecekler ne cesareti... Sen ve ben onlar için birer sayıdan fazlası değiliz. Eğer bir sayıysak o zaman olabileceğimiz en eksi değer olmalıyız. Biz..."

Ateş cümlesini tamamlayamadı. Hafif bir baş dönmesi hissetmeye başlamıştı. Çok mu içmişti? Çok mu uykusuzdu? Aniden kanının parmaklarından ve beyninden çekildiğini hissetti. Tüm vücudu uyuşurken bilincini kaybetmesine saniyeler olduğunu fark etti. Eli derhal tabancasına uzandı.

"Ben... Çok üzgünüm. Kumandanım. Kardeşim ellerinde... Mecburdum. Mecburdum. Affedin..."

Ateş tabancasını James'e doğrulttuğunda vücudu artık elini kontrol etmiyordu. Parmakları arasından kayan tabanca yerçekimsiz odada kendi etrafında dönerek yavaşça sürüklenmeye başladı. Ateş dışarıdan gelen müzik sesini bastıran silah seslerini duymaya başlamışken görüş alanı kararıyordu. Dünyası tamamen siyahlaştığında kulağındaki ses af dilemeye devam ediyordu.

XXXV

Gezendışı Terör Suçları Birimi // Kınalıada Cezaevi // İstanbul // Türkiye // Dünya 

Kadın turuncu tulumunun kumaş kemerini sıkılaştırdı, saçını lastik tokayla topladı, sırtını ve boynunu kütletti, ellerini kırmızı bandajlarıyla sardı ve derin bir nefes aldı. "Başla" anonsuyla yumruğunu şimşek hızında önündeki holograma savurdu. Karşısındaki gardını alamadan ilk darbeyi vurmuştu bile. Taktil eldiven vurduğunu hissetmesini sağlasa bile eli hologramın içinden geçip devam ettiğinden ayağını hızla geri çekip dengesini yeniden sağlaması gerekti. Bunu fırsat bilen rakibi sağ yumruğunu savurduğunda zorlanmadan kafasını geriye çekip darbeden sıyrıldı. Yeşil bir siluetten ibaret olan, yüz hatları ya da vücudunun detayları belli olmayan rakibine, o da kendisini benzer şekilde gördüğünden asla fark edemeyeceği bir gülümseme attı.

Ateş on dört metrekarelik hücresinde yalnızdı. Kendi nefes alış verişleri ve pürüzsüz zeminde sürünen ayaklarının sesi dışında hiç bir ses duyulmuyordu. Ama o tüm mahkumların onu izlediğinden ve sıklıkla ismini haykırdıklarından emindi. Ne de olsa üç yıldır hiç yenilmemişti ve her zaman şimdiki rakibi gibi kendini ispatlamak isteyen bir yeni yetme bulunurdu. Rakibinin sol kroşesini karşıladıktan sonra açık kalan çenesine doğru bir aparkat savurdu. Hologram yumruk ona temas etmeden yok oldu. Beklediği teması hissedemeyen Ateş dengesini kaybedip dizinin üzerine düştüğünde odanın mavi ışığı sarıya dönmüş ve o tanıdık can sıkıcı anons duyulur olmuştu: "mahkumlar ziyarete hazırlansın".

Ateş çevre hücredekilerin küfür ve söylenmelerini ses engelleyen duvarın ardından bile duyabiliyordu. Yumruklar sakin bir ritmle duvarı dövüyor, ıslıklar eğlencenin yarıda kesilmesini protesto ediyordu. Havlu niyetine kullandığı yastık kılıfıyla alnındaki teri sildi ve elindeki bandajları çözerken yatağının kenarına oturup beklemeye başladı. Yeni yetme şansını başka zaman denemek zorunda kalacaktı.

Ateş, yer yatağı, duvar içine gömülü tuvaleti, duvara monte masası, küçük bir dolap ve erişimsiz bir tabletten ibaret hücresini süzdü. Çatışmanın ilk yıllarında Mariner Vadisi'ndeki konaklamalarının hepsinden daha konforluydu. "Dünya" dedi kendi kendine "hücreleri bile Mars'ın kubbelerinden rahat". Zaten asıl hapishane konforun kendisiydi. Dünya'yı yönetenler insanları alışkın oldukları rahatlıklarında hapsediyordu. Karnı tok, sırtı pek birinin, tüm haklarını elinden alsanız bile tüm bunları riske atacak bir cesaret göstermesini bekleyemezdiniz.

Kendisinin de Dünya'nın büyük şehirlerinde devlet desteğiyle sıkış tepiş yaşayan milyonlardan bir farkı kalmadığını düşünürken içinden "yaşamak" fiiline itiraz etti.  Ne Ateş ne de Dünya'nın esirleri yaşıyordu. Onlar eylemsizce gıda, oksijen ve zaman tüketiyordu.

Her ne kadar haftada iki kez devlet tarafından atanmış, işinden nefret eden bir psikiyatrla görüşmek zorunda olsa da ona göre burası bir rehabilitasyon merkezi değildi. Kimse ona terörizm kötüdür, statükoyu korumak gerekir masalı anlatmıyor hatta diğer mahkumları sanal ortamda pataklamasına izin veriliyordu. Amaç Ateş'i sosyal sözleşmeye uyumlu bir birey olarak topluma geri kazandırıp iyi bir Dünya'lı yapmak değildi. Burası bir unutturma merkeziydi. Burada yaptıkları evrenin kalanını etkilemiyordu. Yumrukları ancak olmayan hologramları vuruyordu. Etkisizleştirilmişti. Onu sadece direniş ve kayda değer her şeyden uzak tutuyorlardı. Oksijenden uzak tutulan ateş gibi ya onun, ya direnişin ya da belki de ikisinin birden sönmesini bekliyorlardı. Başarmışlar mıydı? Yedi yılda tanıdığı herkes ölmüş, tüm mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanmış olabilir miydi? Bandajlarını duvara fırlattı. Belki de artık oyunu oynamaya devam etmemeli, daha fazla zaman tüketmemeliydi. Ne yazık ki onun ölümünden para kazanacak bir Marslı yoktu.

Ateş, katının ana kapısının açıldığını duydu. Kalabalık bir güruhun ayak sesleri bir süre devam ettikten sonra aniden kesildi ve sonrasında bir çift ayak sesi olarak yeniden başladı. Kulağını duvara dayayan Ateş gözlerini kapattı. "90-100 kilo. Uzun boylu. Ekzoiskeletle yürüyor. Marslı? Tedirgin. Çok şaşırtıcı değil." diye düşündü ve adam hücrenin duvarını çift taraflı saydamlaştırma komutu verirken geri çekilip gözlerini açtı. Karşısında uzun sakallı, uzun boylu yaşlı bir adam yüzü karanlıkta kalacak şekilde duruyordu. Marslı gibi giyinmiş olan adamın belinden altı ekzoiskelet ile desteklenmişti.

"Ne var?" dedi Ateş yeniden oturduğu yatağından.

Yaşlı adam onun göremeyeceği şekilde gülümsedi. Avcunu şimdi saydam bir cama dönüşmüş olan hücre duvarına yapıştırarak konuşmaya başladı: "Biliyor musun buraya gelirken içimde hep bir şüphe vardı. Acaba onu da kırmışlar mıdır? Direnişin aslanı düşmüş müdür?" Sesini kalınlaştırmak için çaba gösteriyordu.

"Çok merak ediyorsan içeriye adım atmanı öneririm. Günlük yumruklama kotam henüz dolmadı." Yıllar boyunca ardı arkası kesilmeyen; genci, yaşlısı, kadını, erkeği, güzeli, çirkini, kibarı, kabası, Mars'lısı ve Dünya'lısıyla Ateş, saydam duvarını eskiten bu iyi ya da kötü polislerin her versiyonunu görmüş olduğuna emindi.

"Şüphesiz çok yanılmışım. Öfken de dinmemiş."

Adamın duruşu, ses tonu, konuşurken sakalını okşaması, bir şeyler Ateş'e tanıdık gelmişti. Ayağa kalkıp camdan duvara doğru yürümeye başladığında adam geriye doğru bir adım atarak yüzünü gölgede tutmaya devam etti.

"Sen... Yaşlı Adam'sın"

"Aklın da yerinde. Bana yaşlı demediğini var sayıyorum."

Ateş'in gözleri umut ve heyecanın aleviyle parlamaya başlamıştı. Yerinde duramadan hızlı hızlı konuşuyordu "Kazandık mı? Mars, özgür mü? Beni evime götürmeye mi geldin?"

"Kısacası evet. Uzun yanıt biraz daha karmaşık. Öncesinde biraz konuşmak istiyorum"

Umut ve heyecan yerini tanıdık kızgınlığa bırakırken ses tonu yaşlanmış, derinleşmiş ve konuşması yavaşlamıştı "Ne demek karmaşık? Yoksa sen bir anlaşma mı yaptın? Mars'a ihanet mi ettin? O yüzden mi buradasın?"

"Kısacası hayır." Adam derin bir iç çekti ve duvarın önünde yavaşça yürüyerek sakince konuşmaya başladı " İlk zamanlarında senin yükselişini engellemeye çalışmıştım. Sen Dünya'dayken... O zamanlar seni koruduğumu düşünüyordum ama şimdi pek bilemiyorum."

"Neler saçmalıyorsun?" dedi Ateş.

 Adam tepki vermeden devam etti "Sonrası daha karmaşık. Aslında yaklaşımın konusunda tereddütlerim hiç azalmadı. Bana hep biraz kaba gelmişti."

Ateş'in gözleri fal taşı gibi açıldı. Yaşlı Adam olduğunu iddia eden bu densiz buraya ona hakaret etmek için mi gelmişti?

"Yine de direnişin sana ihtiyacı olduğunu düşündüm ve haklıydım da... Bazıları senin önlenemez yükselişini daha radikal bir grubun direnişten kopması olarak yorumladılar. Bizi eylemsizlik prensibinden uzaklaştıracağını iddia ettiler. Eylemsizlik, Ateş, eylemden yoksun olmak değildir. Minimum eylemle maksimum etkiyi yaratmaktır. Müdahaleden çok beklemektir. Sende gördükleri kontrolsüzce yanan bir yangındı. Onlara ateş olmadan sönüş de olmaz dedim."

Ateş tepki vermeyi bırakmıştı. Kafasında korkunç olasılıklar dolaşırken o tepkisiz Yaşlı Adam'ı dinliyordu.

"Tarafsızlığımı yitirip seni koruduğumu düşündüler. Yanılıyorlardı. Ben direnişi koruyordum." Cümlesini tamamlarken pişmanmışçasına kafasını hafifçe öne eğmişti.

"Senin varlığın beni tamamlıyordu. Yin ve Yang... Senin mücadelen benim sözlerimin değerini artırdı. Senin savaşın barışa özlemi hatırlattı. Karanlığı göstermeden ışığı anlatamazsın... Nihayet karanlıktan ürküp ışığı anladılar. Görevini tamamladın Ateş ve Mars sonsuza dek müteşekkir."

Adam susmuştu ama Ateş kıpırdamadı. Şu ana kadar kontrollü olan adam aniden gelmiş gibi görünen bir rahatsızlıkla olduğu yerde kıvranıyor, yutkunup dudaklarını yalıyordu. Tam konuşmaya başlayacakken Ateş araya girdi:

"Ve artık bana ihtiyacınız kalmadı değil mi? Ben şimdi direnişin verdiği taviz olmalıyım. Unutulmak istenen zamanlardan kalan bir antika... Buraya beni öldürmeye mi geldin? Esir olsam da varlığım siz barışçılları rahatsız mı ediyor?"

Adam sessizca iki yana başını sallıyordu. Zorlanarak konuşmaya başladı:

"Sefer subayına ulaştıklarını biliyord..."

Cümlesini tamamlayamadan yerinden fırlayan Ateş cam duvara yumruğunu gömmüştü. Kurşun geçirmez camda oluşan santimetrelik çatlağın çevresi kan ile kırmızıya boyandı. Anlık irkilmeyle ışık altına kaçan adamın yara ve yanık izleriyle kaplı yüzünde üzüntü ve pişmanlığın izleri okunuyordu. Adam incelenmesine fırsat vermeden yeniden gölgeye çekildi. Ateş'in yumruğundan akan kan zemine damlarken adam derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti.

"Biz... Ben sana ihanet ettim. Ve ihanetim sandığından çok daha korkunç... Ateş. Bugün yargılamak için burada değilim. Yargılanmak için buradayım." Artık sesini kalınlaştırmaya çalışmıyordu ve yaralı yüzü de aydınlıktaydı. Cam duvara olabildiğine yaklaştı. Şimdi nefesi camı buğulandırıyordu. "Seninle ilgili anlatılan hikayeleri dinlerken aklımda hep aynı düşünce vardı. Acaba ismini Ateş koymasak böyle olur muydun? Anneni dinlemiş olsaydım ve ismin 'Bulut' olsaydı hayatlarımızda yine bu kadar yıkım olur muydu? O zaten hep benden daha bilgeydi. Onun yerine ben ölmüş olsaydım mutlu bir çocukluğun olabilirdi..."

 Ateş dengesini kaybettiğini, dünyasının ters döndüğünü hissetti. Dudakları baba diyecek şekilde açılıp kapanırken onun nefes vererek seslendirecek gücü yoktu. Duvara tutunarak yere oturdu. Kafasını önüne eğerken saçları yüzünü örttü.

"Ben seni Mars'a kurban ettim. Öz kızımı... Onlara 'Mars nice Ateş'lere gebe' dedim ve önlerine ne koyduysam düşünmeden imzaladılar... Keşke seni hemen kurtarabilseydim. Beklemem gerekiyordu. Sabretmem. Yıllarca. Üzgünüm. Yakalanmana izin verdiğim için... Acı çekmene göz yumduğum için üzgünüm. Kim olduğumu anlatmadığım için... Çok masumca başlamıştı aslında... Toprak, ekstraksiyon kazasında öldüğü gün kalemimi ilk kez elime aldım. Ne zaman Deniz, Deniz olmayı bıraktı ve geriye sadece Yaşlı Adam kaldı hatırlamıyorum. Ne zaman baba olmayı bıraktım, bilmiyorum... Susarken kızımı değil mücadelemi koruyordum, onu biliyorum."

Sustu. Olduğu yerde titriyordu. Ateş'in onu dinleyip dinlemediğinden bile emin değildi. Yine de devam etti: "Artık ihanetimin vahametini bildiğine göre sıra yargıya geldi. Mars'ın kaderi yazıldı. Şimdi sırada benim ve seninki var."

Adam ekzoiskeletin yardımıyla dizlerinin üzerine çökerek Ateş ile aynı hizaya inerken aralarındaki cam duvar alçalmaya başlamıştı.

"Beni affeder misin? Evimize dönebilir miyiz?" dedi ürkekçe elini uzatırken.

Ateş kafasını hafifçe kaldırıp dağınık saçlarının arkasından kan çanağı gözlerle babasına baktı. Sıktığı yumrukları avuç içlerini kanatıyordu.

"Senin davan için her şeyi yakıp yok ettim. Smirna'dan geriye hiç bir şey kalmadı."

"Yeniden kurarız."

Onu boğmak, ona sarılmak istedi. Nefret etmek ve affetmek... Onun yerine hiç bir şey söylemeden dakikalarca bekledi. Yumruklarını yavaşça açtı.

"Senin çivi bile çakabileceğini sanmıyorum yaşlı adam. Yine tüm işi bana yaptıracaksın değil mi?" Gözlerindeki yaşlara rağmen yüzünde buruk bir gülümseme vardı.

"Kestane közleyebilirim. Birlikte yılbaşı etkinliği izleriz."

"Babam demem, direniş eski lideri demem yumruklarım haberin olsun."  dedi Ateş. Sesinde öfke yoktu.

Deniz bir şey demeden kollarını açtı.

Ateş yeniden ayağa kalkarken teklifi elinin tersiyle red etti. "O aşamaya gelmek biraz zaman alacak. Seni affetmeye başlamadım bile... Sabırlı olman lazım. Ne demiştin: Doğa acele etmez, yine de her şeyi başarır."

Elini uzatıp babasının kalkmasına yardım etti ve birlikte uzaklaştılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir