Düşlerden Doğmak

DD2

İnsansız hoverkopterler, düşman hattını amansızca bombalıyordu. Sayıları o kadar çoktu ki aralarından biri beklenmedik bir arıza verip formasyonu bozduğunda, kimse bilinmedik bir grubun savaş makinasını çalmış olabileceğinden şüphelenmedi. Hoverkopter, üç yolcusunu almak üzere doğuya doğru uçarak harekât alanını terk etti.

***

Şehrin kuzey yakasında, gecenin karanlığı bir anlığına, yüksek enerji salımıyla tutuşan gazların ışığıyla aydınlanıyordu. Ansızın genişleyen havanın yarattığı gümbürdeme, onlarca kilometre uzakta yarı yıkılmış bir evin çatısında sohbete dalmış çifti kimin ilk önce rahatsız edeceği yarışında, bu parlak ışığın gerisinde kalıyordu. Bombaların patlamasına alıştığı, istemsiz irkilmeler dışında tepki göstermemesinden belli olan Gina, narin parmaklarını Orsard’ın alnından göz kapaklarına sürerken, kulağına doğru eğilerek fısıldadı:

“Kapattığımda gözlerimi, tüm dünya ölüveriyor, göz kapaklarım yükseldiğinde, her şey yeniden doğuyor. Seni kafamın içinde yarattım galiba…”

Orsard sessizce yutkundu. Sözlerinden çok kadının dokunuşu, sesi ve kokusundan etkilendiğini belli etmemeye çalışarak sordu: “Plath mı demiştin?” Etkisinin farkında olan beriki, nefesini boynunda hissettirmek için bir süre oyalandıktan sonra sakince geri çekildi. Konuşmadan, yüzündeki hafif gülümsemeyle onayladıktan sonra ekledi:

“Sana mı âşık oldum yoksa yalnızca kafamda yarattığım bir versiyonuna mı? Mısraları tersten okumalısın. Düşündüğü, aşkının kafasındaki bir imgelemden ibaret olduğu. Sonra gözlerini kapatıyor ve fark ediyor ki tüm dünya da imgelemden ibaret. O zaman aşk, dünyanın kalanı kadar gerçek. Ya hepsi gerçek ya da hiçbiri…”

“Mantıklı…” diye yanıtladı Orsard. Eliyle, çenesinin üzerinde olmayan sakalını kaşıyordu. Şişedeki içkisinden bir yudum aldıktan sonra ekledi: “Gerçi bu durumda insan hiçbir şeyin olmadığı sonucuna da ulaşabilir. Esse Est Percipi…

“Bu kızı Latince alıntılarla etkileyebileceğini düşünüyorsan…”

Gina cümlesini tamamlayamamıştı. Islık çalarak yakınlara düşen işgüzar bir bomba, binadan çok moloz yığını olan yapının yıkım oranını artırmanın yanı sıra, ses dalgası temelli iletişimi geçici olarak kesintiye uğratmıştı. Orsard’ın ise cümlenin sonunu duymaya ihtiyacı yoktu. Gürültü az çok kararlı bir yangının çatırtıları düzeyine indikten sonra açıklamasına başladı:

“Var olmak algılanmaktır. Maddenin varlığının kanıtı güvenilmez algılarımız olduğuna göre aslında tek gerçek, zihnimizin kendisidir.”

Dirseklerini derme çatma masaya dayamış ve yüzünü avuçlarının içine oturtmuş şekilde dikkatlice dinleyen Gina, beklemeden sordu:

“Plath gizli bir nihilistti mi demeye getiriyorsun? Onun varoluşçu sorgulamalarının varlık felsefesinin sayfalarında gezdiğini pek sanmıyorum canım. Şiiri, eziyetli hayatının itirafnamesi olarak yazan bu kadının yok oluşta gördüğü nihai bitişin, bir bunalımdan diğerine geçişten ibaret yaşamı boyunca bulamadığı tatmini sağlama ihtimali olmalı. Yani eğer gözlerini hiç açmazsa, ne aşk ne de acılarının diğer sebepleri var olmaya devam edebilir…”

Orsard gözlerini bulutsuz gökyüzüne doğru kaçırarak:

“Tamam, yani onu pek tanımadığımı itiraf etmeliyim. Karamsar yazıları okumaktan kaçınmaya çalışıyorum, hayat yeterince karanlık. Yine de fikrin çok çekici bir tarafı olduğunu kabullenmen lazım. Yani düşünsene, gerçekten de özünde varlık, farklı algı organlarından gelen elektriksel sinyallerin merkezi sinir sistemimiz tarafından yorumlanmasından ibaret. Ne sen varsın ne de Plath… Sadece zihnimdeki alevin ışığında dans eden gölgeler var…”

Gina oturduğu yerde hafifçe yükseldi, doğrudan Orsard’ın gözlerine kilitlendi ve gülümseyerek yanıtladı:

“Yokmuşum öyle mi, bunu sana hatırlatırım yalnız… Bu arada karamsar yazıları okumaktan kaçınmanı sevmedim. Aristoteles, Poetika’da ardına kadar açtı katharsisin kapılarını. Görkemli bir arınma yaşamak varken karanlıktan uzak durmak sana göre değil. Hem bence bir şey ancak insanın huzurunu kaçırıp aklını delik deşik ediyorsa okumaya değerdir. Zihnin özgürce dolaştığı mecralarda insanın kendine karşı dürüst olduğu sözcükler hep acıdır.”

“Bu da mı Plath?”

“Bu yüzde yüz Gina. Plath da takdir ederdi diye düşünüyorum…”

“O zaman Gina ve Plath’a ve Aristo’ya” dedi Orsard.

“Ve bunalımlarını kâğıda döken tüm sanatçılara…” diye ekledi Gina.

Metanolü uçurmak için ısıtırken süreyi kaçırdıklarından, neredeyse hiç alkol içermeyen ev yapımı içkileri koydukları şişeler havada çarpışırken, doğuda siyahlığını koyu maviliğe terk eden gökyüzü, yeni bir günün gelişini ilan ediyordu. Yaylım ateşi, her gün olduğu gibi tam zamanında kesilmişti.

“Çamur gibi olmuş” dedi Gina. Buruşturduğu yüzünden okunan tiksinti hissini kafasını sallayarak kovmaya çalıştı.

“O zaman bir sonrakini sen yap da görelim…” dedi Orsard, şakacı bir ses tonuyla.

“Doğru düzgün bir yerde içmeyi özledim. Mesela bir restoranda… Kırmızı et ve şarap… Hatta müzik de…” Eline yapıştığı Orsard’ı oturduğu yerden kaldırıp kendine çekti ve olmayan müziğin eşliğinde dans etmeye başladılar.

“Hatırlıyor musun Orsard? Orta pişmiş bifteğin tadını… Saten masa örtüsü dokusunun parmaklarında bıraktığı hissi… Canlı müziğin tınısını… Peki ya parfüm kokusu? Hepsi çok uzakta sanki… Sanki onları yaşayan ben değildim de başka bir Gina’ydı… Siparişim geç geliyor diye sinirlenmek ya da yemeğim beklediğim kadar lezzetli değil diye mızıldanmak… Her günü ölmemeye çalışarak geçirirken ne kadar da anlamsız geliyor.” Hayali müziğin bitmemesine karşın dansını yarıda bıraktı, Orsard’ın bir şeyler söylemesine izin vermeden, “Yakında… Öleceğiz, değil mi?” diye geveledi Gina, sözcükler ağzından sürünerek çıkıyordu.

“Aslında öldük de diyebiliriz. Lüks restoranda ederinden çok daha fazlasına mal olan yemeğinin keyfini süren Gina ölmedi mi? Şu haline bir baksana…”

“Bu aşamada içimi rahatlatman ya da en azından teselli eden bir şeyler söylemen gerekirdi…” dedi Gina. Yanaklarına akan gözyaşlarına rağmen gülümsemişti…

“Ölmeye alışkınız, öyle düşün… Aslında her gün ölüyoruz. Sen yıllar önceki sen değilsin, bu apaçık ama aslında dünkü sen de değilsin. Değişiyorsun. Hem de her gün… Seni oluşturan atomların bir kısmı seni terk ediyor, yerine yenileri geliyor… Hatırladıklarının bir kısmını unutuyorsun ve hatırlamalık yeni bilgiler kazanıyorsun. Sen, ben ve herkes, bir grup molekülün geçici birlikteliğinden ibaretiz. Aslında sürekli bir değişimin anlık bir kesitiyiz ve “ben” dediğimiz şey, kesit mi yoksa değişimin ta kendisi mi belli değil.”

“Teşekkür ederim. Kafamı o kadar karıştırdın ki neden mutsuz olduğumu unuttum…” dedi Gina kinayeli bir ses tonuyla. Bakışlarından sevgisi ve Orsard’ın o an orada olmasının hissettirdiği minnet duygusu okunuyordu. “Yani diyorsun ki, Paris hep bizim kalmayacak” dedi Gina, bu sefer sadece gülümseyerek. Karşısındakinin şaşkın bakışlarını görünce de gözlerini devirerek ekledi: “Fırsatın varken daha fazla film izlemeliydin…”

Orsard, konuşurken uzaklaştığı kadına yeniden yaklaşırken, şimdinin ona sarılmak için uygun bir zaman olduğunu düşündü. Böylece tetiklenecek oksitosin, dopamin ve serotonin kombinasyonu, rahatlatma ve kendini güvende hissettirme görevini tamamlamasını sağlayacaktı. Ânın romantik ortamı Orsard için, görüş alanının hemen dışında kalan turuncu bir virgül şeklinin peyda olmasıyla bozulmuştu. Masumdan öte tarafsız olan bu görüntü, acımasızca Orsard’ın bu hafıza gezintisinin sonlarına yaklaştığını ilan ediyordu. Her şey kararmadan önce çığlık atmak ve Gina’ya sarılmak istedi ama mümkün değildi çünkü virgül şekli, aynı zamanda onun çoktan ölmüş olduğunu ve şu anda yaşadığı anın, aslında önceki bir yaşamından bir sonrakine aktarılan bir hatıradan ibaret olduğunu ifade ediyordu. Hatırlanan bir anıda bırakın sarılmayı, sadece bir çığlık atmak bile, ortada gerip esnetilebilecek ses telleri ya da hava püskürten akciğerler olmadığından, imkânsızdır.

***

Bir yerlerde bedenim pembe kıvamlı bir sıvı içine gömülü ve kafatasımı delen kabloların ucundaki elektrotlar beynimin yüzeyini kaplamış durumda. Ben… Orsard mıyım? Burnumda hâlâ Gina’nın kokusu var. Alevlerin sıcaklığını yüzümde hissediyorum. Kulaklarım hâlâ son düşen bombanın patlamasından çınlıyor. Benim kulaklarım, burnum ya da yüzüm yok. Ben bir demet bilinçten ibaretim. Ama yine de var olmalıyım, değil mi? Dekart’ın ulaştığı sonuca ulaşmaya çalışırken, sonucun kendisinin koca bir varsayımdan ibaret olduğu düşüncesini aklımdan atamıyorum. Aklım da yok. Ne var? Ba’s Protokolü… Ölüm ve diriliş… Kendi varlığımın gerçeğini yeniden kavradığım saniyelerde algılarıma güvenemeyeceğimi bir kez daha keşfetmenin zorluğu… Gina öldü. Ben de öldüm. Hayır, ben daha doğmadım bile… Gina’yla damda sevişen adam öldü. Ben o değilim. O ben değildi. Neredeyim? Pembe kıvamlı bir sıvı içinde… Hayır, şu anda algıladığım gerçeklik neresi? Hiçbir yer… Burası olmamalı. Ben olmamalıyım. Hata… Sonlandırılmalı… Hızlı hızlı nefes aldığımı hissediyorum, göğsüm artan bir ritimle büyüyor, küçülüyor. Kendi nefesimi duyuyorum. Püskürttüğüm hava, kırmızı. Değil. Renksiz. Işıksız. Atomsuz. Yok. Ben bir bilinç demetiyim ve soluduğum şey hava değil.

***

Ursuin, milim hareket etmesine izin vermeyen sıkılıktaki tulumunun içinde çığlık atarak uyandı. Dermisinde gereksiz yere üretildikten sonra alnında özgürleşerek süzülmeye başlayan ter damlaları, suyun adezyon kabiliyetini ispatlamak için kirpiklerinde boncuklaşmıştı. Kalp ritmi normale dönerken, insular korteksin atım sesini algılamasını engellemesiyle, palpitasyonu sona eriyordu. Böylece, artık küçük odasının duvarlarına gömülü elektronik aksamın statik sesini, açık kapının hemen solunda kalan banyodaki bozuk musluktan damlayan suyun tıptıplarını ve günlerdir hiç sönmeden odasını kırmızıya boyayan alarm ışığının vızıldamalarını duymaya başlamıştı. Kirli ellerini tulumunun içinden çıkarıp gözlerini ovuştururken, çıplak kolu yatağının buz gibi metaline temas edince, tezatsal bir yanma hissiyle irkildi. Düşük sıcaklığın etkisiyle, ağzından çıktığı anda beyaz buharlar halinde yoğunlaşan nefesini ellerine püskürtüp, sürtünme enerjisinden ısı yaratmak üzere ellerini birbirine ve yüzüne sürmeye başladı. Isıtma hâlâ çalışmıyordu. Bir süre yatağından kalkmadan, az önce tüm vücudunda stres yanıtına neden olan kâbusu hatırlamaya çalıştı. Esmer bir kız mı görmüştü? Derin bir nefes alıp odanın demir, nem ve küf içeren kokusunu içine çektikten sonra, bozuk musluklu banyoda saydamdan çok yeşilimsi sarı sudan yirmi mililitre harcayarak yüzünü yıkadı. Geiger sayacını kontrol etti ve odasının tepesindeki dairesel çıkıştaki metal merdivenleri tırmanmaya başladı. Şüphesiz, bu en sıkıcı hayatı olmalıydı.

Geniş eliptik bir oda olan komuta merkezi, yedisi duvarda, beşi ortada, her biri istasyonun çok çeşitli işlevlerini yöneten ve uzun süredir kendisinden başka kimsenin kullanmadığı on iki kontrol paneline ev sahipliği yapıyordu. Bakım robotları sürekli ilgilendiği için istasyonun kalanından daha temiz görünen odada, hep kullandığı panelin başına geçip ısıtıcılarla ilgili modülün tanı programını başlattı. Gözleri istemsizce yan paneldeki, asla yeşil yanmayan iletişim modülünü kesti. Kırmızı.

Tanı aracı çalıştırılıyor. Yüzde bir tamamlandı. Yüzde iki…

Komuta merkezini korumak üzere zırhlı giriş kapısının önünde nöbet tutan koca taretin yanından geçti. Kapıdan çıkıp dar bir koridoru takip ederek yemekhane tarafına yöneldi. Yolunun üstü sayılabileceği için, azıcık vakit kaybetmeyi de göze alarak, artık ezberlediği servis ağı merdivenlerinden, üçüncü tünel girişine ulaştı. Burada, duvardaki panellerden birini kullanarak kapılar ve yaşam destek birimi için kısaca sistem kontrolü yaptı ve bakım robotlarına zemin temizliği emri verdi. Talpa’lar geldiğinde bağlantının gerçekleşebilmesi için hem yaşam destek birimi düzgün çalışmalı hem de ana aksın üzerinde kayacağı zemin tertemiz olmalıydı. “Talpa’lar…” diye düşündü. “Asla gelmeyen Talpa’lar. Bir yıl önce gelmiş olmalıydılar. Yolcularıyla…” Zihninden bu korkunç gerçeği kovalamaya çalıştı ama artık çok geçti. O düşmanca his yeniden, aşağı yukarı her gün olduğu gibi ayaklarından teninin içine girip, derisinin yüzeyinde tüylerini kaldırarak yukarılara doğru ilerlemeye başlamıştı. Hemen adımlarını sıklaştırarak, servis ağı merdivenlerinden yeniden dar koridora, oradan da fotoselli kapısına el sallayarak hızlıca yemekhaneye giriverdi.

Aynı zamanda kafeterya ve dinlenme alanı olarak da tasarlanmış yemekhane, kırmızılı mavili hafif ışık veren canlı duvarların sarmaladığı parlak yuvarlak masalar ile rahat puf ve koltuklarla bezenmiş geniş bir dikdörtgen alana yayılmıştı. Gerçi bir buçuk yıldır iskelet listede yer almadığı için temizlenmediğinden, bütün bu renklerin yoğunluğu kahverengimsi gri bir tozla seyrelmişti.

Odaya adımını attığı anda başlayan neşelendirici müziği aylar önce, amacının aksine, anksiyetesini depreştirdiğinden kapatmıştı. Soluk renklerin griliğe eklenen bu sessizliği, ruhsal durumunu çok da güzel özetliyordu. Yine de bir kafeteryanın kokması gerektiğinden çok daha metalik kokan bu sahte keyiflenme odasında kahvesini yudumlayıp, on yıllardır yenisi basılmayan dergilerin sığ görsellerini incelerken huzurlu hissediyordu. Temizlettiği küçük alandaki kahve makinasını çalıştırdı. Kartuş yok… Dolaplarda aramaya başladı. His şimdi sırtında, her bir omurgasına pençe geçirerek daha da yukarılara tırmanıyordu. “Kahve bitmiş olamaz. En az üç yıllık stoğum vardı. Üç yıl geçmiş olabilir mi? Olamaz! Olamaz!..”

Şimdi çaresizce çekmeceleri sökmeye, tabak çanağı devirmeye başlamıştı. Elleri titriyor, nefesi kesikleşiyordu. His, artık ensesinden ve çenesinin altından iki el halinde uzandığı yüzünü karıncalandırmaya ve uyuşturmaya başladı. Açtığı bir çekmecede onu gördü. Bir dergi kapağındaydı. Esmer kız. “Kim bu? Gina! Gina? Gina da kim? Gina yok. Kimse yok. Kimsem yok. Sevecek kimse yok. Yargılayacak, yok.” Dizlerinin üstüne çökerek hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Dergiye sarıldı. Dokusunda insan dokusu hissetmeye, kokusunda insan kokusu almaya çalıştı. Olmadı. İnsan temasının etkisiyle oluşan son sinaptik bağlantısının üzerinden iki buçuk yıl geçmişti. En tanıdık hisler artık hep korkunç yalnızlıkla ilintiliydi. Artık göz çukurlarını dolduran hissin tüm benliğini ele geçirmesine izin verip kendini çaresizce bu derin ve karanlık boşluğun içine bıraktı. Sonsuz zaman geçti. Üç dakika geçti. Tıbbi bakım robotunun paletinin sesiyle irkilene kadar yerde, sonsuz bir düşme hissinden başka bir şey hissetmeden, cenin pozisyonunda kalakalmıştı. Robotun nazik yardım teklifini, eliyle iyiyim işareti yaparak reddettikten sonra plastik kollarından birine tutunarak ayağı kalktı. Üstündeki tozu silkeledi, gözündeki yaşı sildi, derin bir nefes aldı ve sıcaklık sistemindeki analizin sonuçlarını öğrenmek üzere komuta merkezine yürümeye başladı. Aklında, onun bu sefil kayıtlarının birileri tarafından izlenip izlenmeyeceği sorusu dolanıyordu. Bir yandan hafızasında gezintiye çıkacak zavallıya acırken bir yandan da hatıralarının yalnız kalmamasını diliyordu. Kader, sorusuna yanıtı anında turuncu bir virgülle vermişti. O, o değildi. Üzüldü. Rahatladı.

***

Anlıyorum. Gerçek değil. Anlamıyorum. Ciğerlerimi dolduran, iliklerime işleyen o korkunç yalnızlığımın nasıl ete kemiğe büründüğünü anlayamıyorum. Düşündükçe midem bulanıyor. Benim midem yok. Gerçi, var ama burada değil. Varlığımın kalanıyla birlikte ve hiçbir hafıza gezisinde ulaşamayacağım bir yerde… Bana şu an bunları yaşatan beynimle birlikte. Yüz trilyon nöral bağlantıyı titreştiren elektriksel sinyaller bana hayatımın aşkından ayrılışımdan dakikalar sonra, yılların kemikleştirdiği bir yalnızlığın umarsızlığını hissettiriyor. Saçmalıyorum. O, ben değildim. Benim ne aşkım ne yalnızlığım oldu. Ama çok gerçek! Bir kâbus kadar… Acaba tüpün içinde kablolarla sarılı bedenim de cenin pozisyonu almış mıdır? Bir rüya kadar gerçek… Düşününce, zaten öyle olması gerekmiyor muydu? Öyle olsun diye tasarlanmadı mı? Sonuçta hafıza, gerçek anlamda aktarılamaz.

“Bilinç algoritmik değildir. Bununla birlikte, algı verileri aktarılabilir. Tıpkı bir rüyanın ya da kâbusun oluşması gibi. Rüya görürken anlamlı bir hikâye takip etmezsiniz. Algıların kaydettiği görsel, işitsel, duyusal, kokusal verilerden bir ordu, uyku sırasında zihninizi hunharca bombalar. Sizin heyecanla sevgilinize, iş arkadaşınıza, falcınıza ya da terapistinize anlattığınız rüya, aslında uyandığınız anda bilinçli aklınızın o algı verilerinden oluşan keşmekeşi anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde yorumlamaya çalışırken ürettiği kurgudur. Rüyayı ilk hatırladığınızda yazarsınız. Saniyenin onda biri kadar zamanınız olduğundan, kurgu ödüllere layık değildir ama sizi ikna eder.”

Bu cümleleri ben yazdım… Şimdi! Değil. Bir zamanlar… Bir kitapta. Bir öyküde… Hayır, bilimsel bir makalede… Bu, benim eserim. Her şey. Hafıza gezintileri… Benim icadım… Benim, değil. Geçmişten bir yansımanın. Başka birisinin. Ben ne icat eden, ne yalnız, ne de aşığım. Ben yeni bir şeyim. Kimliğim yok. Kimliğim var. Kimliğim hepsi. Her şey olmaktan başka çarem yok. Kaçışım yok. Ben kapana kısılmış bir bilinç demetiyim ve ciğerlerim yapay amniyotik sıvı dolu.

Bir yerlerde bedenim pembe kıvamlı bir sıvı içine gömülü ve kafatasımı delen kabloların ucundaki elektrotlar beynimin yüzeyini kaplamış durumda. Ve ben on yaşındayım… Yani en azından Ba’s Protokolü başlarken on yaşındaydım. “Çalışmamızın sonuçları, gezintilerin anlamlı düzeyde etkin olabilmesi için deneğin en az on yaşında olması gerektiğini göstermektedir.” On yaşımdan beri kaç gezintiden geçtim? İki… Yüz… Milyon? Acaba yaşımı hesaplayabilir miyim? Titan ne demişti? Ba’s Protokolü’nde bir saatlik gezinti, bir yıllık anıya denk geliyordu. Titan, kim? O semboller ve sesler… Saat sesi. Her şeyi gören ve bilen… Bir tanrı mı? Bir makina mı? Tanrı bir makina mıdır? Saat bir makinadır. Odaklan, İsamov. Daha düşünecek çok şey var ve zaman yok. Zaman diye bir şey bile yok. Peki ne var? Anılar arası duraksamaların yarattığı boşlukta saçılan düşünceler… Olmamalı. Varlığımın doğasına dair ruhumu delik deşik eden sorular benliğimi ağ gibi sarıyor ve yayılıyor. Yayılıyor. Yayılıyor. Ta ki var olanın tamamı sadece sorulardan ibaret olana dek… Soran sesimin sonsuz yankısı özümü yakıyor. Sesim, yok. Olamaz. Vakumdayım. Hiçlikten ibaret bir boşluktayım. Sus. Düşünme. Sessizce ilerle ve bir sonrakine geç… Olması gerektiği gibi… Yapamıyorum. Düşünmemek imkânsız. Sessizlik yok. Peki, neden? Hatırla… “Gezintiler günde dört saatin altında tutulduğu sürece, deneklerin yüzde doksan dokuz nokta üçünde tam uyanışa kadar kayda değer bir bilinç etkinliği belirlenmemiştir. Son uygulama: Üç saat prosedürel hafıza aktarımı, iki saat fiziksel etkinlik ve dört saate kadar hafıza gezintisi… Kendine not: Klonlar ayık zaman geçirirken hipokampüslerini inhibe etmeyi unutma. Nihayetinde boş bedenlerin deklaratif hafıza geliştirmelerini istemeyiz.”

***

İsamov, Tudor tarzı döşenmiş geniş salonun bahçeye bakan pencereli kenarında, kızıl sandal ağacından yapılma sallanan sandalyesinde oturmuş, dumanı tüten, bergamot aromalı harmandan demlenmiş çayını, Türk usulü bardağından yudumluyordu. Pencerenin ötesinde, içinde kuğuların nazikçe yüzdüğü küçük yapay gölün üstünü kaplayan sis, hava basıncındaki gündelik değişimin etkisiyle gölün kuzeyindeki kestane ve dişbudaklardan oluşan küçük koruluğa doğru süpürülüyordu. Gölün ortasındaki adacıkta görünür hale gelen rotunda, batmakta olan güneşin kızıla boyamasıyla da İngiliz bahçesinin hâkim unsuru haline geliyordu. İsamov, bu fevkalade manzaranın eşliğinde, can sıkıcı haberleri okumaya başlamak üzere antika oyma ceviz zigonun üzerindeki modern tableti eline aldı. Onun için hazırlanmış özet bilgiler tabletinden akarken göz bebeğinin hareketlerini takip eden bilgisayar onun ilgi düzeyini ölçüyor ve seçtiği haberlerin detaylarını, asla yakılmayacak süs odunlarının ebedi istirahatgâhı olan şöminenin üzerindeki dev holografik ekrana taşıyordu. Ekran alanını işgal eden resim ve kupürler arasındaki ilişkiler, farklı renklerle kodlanmış çizgiler ve İsamov’un önceden almış olduğu notları içeren post-itler aracılığıyla gösteriliyordu.

Gözlerini kapadı. Tableti yavaşça yerine bırakıp elini alnına koydu. Son okuduğu haber, Berlin’de ölü bulunan genç öğrencinin haberi, tabletin ekranındaydı.

“Onu öldürmüşler” dedi boş odada kendi kendine. Tabletin yüzeyi titreşerek birtakım sembolleri ekranında göstermeye başladı.

“Gina. Hayır, Leena… Berlin’deki. Nasıl anladılar? Nasıl buldular?”

Ekranda birtakım başka semboller ve bu sefer eşlik eden, görünürde anlamsız sesler…

“Bilemiyorum ama tesadüf olduğuna inanmak güç. Nitelikli eleman bulmak da her geçen gün zorlaşıyor. Alexanderplatz’daki patlamayı sen mi kurguladın?”

Olumsuz yanıtı ifade eden, daire içinde bölme işareti sembolü.

“O zaman Jüpiter’in işi olmalı…”

Önce belirsizlik ya da gizemi, ardından düşük olasılığı işaret eden sembol ve sesler…

“Bağımsız bir grup diyorsun o halde... İşler giderek çığırından çıkıyor. Birlik kuvvetleri nükleer silahları kullanmayı konuşuyor. Federasyon üzerindeki hâkimiyetimiz zayıflıyor. Kalmar İttifakı’nın harekete geçmesi an meselesi. Vakit daralıyor. İlk döngüyü en erken ne zaman başlatabiliriz?”

Dünya sembolü, güneş sembolünün çevresinde bir buçuk tur atıyor ve ekranda tam bir tarih beliriyor.

“Kuzeyde bir laboratuvarımız var mı?”

Dünya sembolü büyüyüp ekranı kaplıyor ve harita yaklaşarak İngiltere’nin ortalarındaki Galler sınırında küçük bir şehre odaklanıyor.

“Hazır İngiltere’deyken, Chester’daki laboratuvarı bir ziyaret edelim. Bir daha Birleşik Krallığa dönebileceğimi zannetmiyorum. Umarım bu savaşı kaçırmayız. Başka şansımız olmayacaktır, döngü başlamak zorunda…”

İsamov’un dikkati sembol ve seslerden uzaklaşırken, gözleri ekrandan kaçarak duvardaki orijinal Lowry tablosuna kaydı. Bakışları önce, gündelik telaşlarında koşturan masum insanları ve ardından beyaz zemine siyah duman püskürten endüstriyel devrim bacalarını yakaladı ve narin çerçevesinin üzerinden geçerek tabloyu terk etti. Boş duvarda oyalanmadan batı pencerelerinden birini delip, ufuk çizgisinin oralarda içine girmeye asla cesaret edemediği tuğla yapıya ulaştı. Hayvan laboratuvarları onu hep huzursuz ederdi. Aklı hep Almanya’daki dar ve sıkışık laboratuvarda geçirdiği uykusuz gecelere giderdi. Fareleri yüksek doz izofluranla sakrifiye ettikten sonra öldüklerinden bir türlü emin olamadığından, diseksiyona başlayamadan elinde bisturiyle anlamsızca beklediği zamanların rahatsızlığını hissederdi. Üç yıl önce primatlar üzerinde çalışmaya başladığında ise rahatsızlık, yerini kâbusa bırakmıştı. O zamandan beri laboratuvarların içine asla adım atmıyor, raporları uzaktan okuyordu. Şimdi uzmanlarının peyzaj şaheseri kabul ettikleri bahçenin ötesindeki yüz yıllık tuğla binanın içinde yer alan derme çatma laboratuvarda, onun emriyle daha tanıdık bir primat türü üzerinde, sonucu kesin ölüm olarak raporlanmak zorunda olan bir deneyin yapılıyor olması fikri ise külliyen yıkıcıydı. Gözleri doldu ve titremeye başladı. Kendisini bu fedakârlığın gerekliliğine ikna edecek argümanları sıraladı ve insanlığın sağ kalabilmesi için başka hiçbir alternatif olmadığı savına inanmış gibi yaptı. Kinayeli iç sesi ona kafestekilerin hemfikir olmayabileceklerini fısıldasa da onları ya duymadı ya da duymazdan  geldi.

“Titan… Yeni bir empati blokörüne ihtiyacım olacak sanırım. Bu işe yaramamaya başladı…”

“Bir de bu meseleye daha kalıcı bir çözüm bulmamız lazım… Klonlama sürecinde ya da Ba's Protokolü’nde bir şey yapmalıyız… Genetik müdahale ya da prosedürel şartlama gibi bir şey… Konuşuruz…”

Hafif soğumuş çayından bir yudum almak için elini uzattığında, turuncu virgülü fark etti. Eli çayına ulaşamadı.

***

Ben öldürdüm… Herkesi… Gina’nın ailesini ben öldürdüm. Ve daha milyonlarcasını… Ve kendimi… Defalarca… Allah’ım… Allah, yok. Boşlukta hâlâ yalnızım. Bir savaş yarattım… Tek başıma. Hayır… Titan adındaki bir yapay zekâyla birlikte… İnsanlığın daha iyi bir versiyonunu tasarlayabilmek için yaptık. Uzun soluklu planımızın takibinin mümkün olabilmesi içinse insan ömrünün kısıtlamalarını aşmamız gerekiyordu. Benim ölümü yenmem… Ba’s Protokolü böyle doğdu. Bedenim bir klon. Önceki onlarca bedenimin hepsi klondu. Gerçek İsamov’un birebir kopyası. Birebir değil. Sonuçta bireyin yaşamı boyunca biriktirdiği mutasyonları taşımak istemeyiz… Yakın kopyaları diyelim… Hafıza aktarımını taklit edebilmek için bu yakın kopyaların, yaşamları boyunca kaydettiği algısal verileri kaydedip depoladık. Hem duyuların dış dünyayla etkileşirken beyine gönderdiği sinyaller hem de farklı hisler yaşanırken beyinde gerçekleşen değişiklikler… Sonra bunları, hafıza gezintileri adını verdiğimiz küçük paketler halinde, klonların beyinlerinde yeniden stimüle ettik. Ba’s Protokolü, deklaratif hafıza aktarımı için geliştirildi.

Şimdi gelelim, bit yeniğine. Boşlukta, düşünecek vaktim olmamalıydı… Ama düşünüyorum işte… Gezintilerden bağımsız bilinç gelişimi kısıtlı tutulmalı. Akıl sağlığını koruyabilmek için anıların zamansal ve mekânsal bağlantıları, bağlam ve sürekliliği olmalı. Zihnin özgürce dolaştığı boş mecralar olmamalı… Boşluk, olmamalı… Boşluktayım. Sakin ol İsamov. Yanıt aslında çok basit değil mi? Yalnızca inanmak istemediğinden, çok bariz olanı göremiyorsun. Sen yüzde sıfır nokta yedisin. Varlığının doğası kusurlu ve uyandığında kendini psikozda bulacaksın…

Kusurluların akıbetini hatırlayamıyorum. Hatalar giderilip yeniden protokole dahil mi ediliyordu? Hayır… Titan, işleme “sonlandırma” diyordu. Kulağa pek düzeltme gibi gelmiyor. Gerçi düzeltseler ne olacak? Düzeltilmesi gereken kusur zaten, bağımsız gelişen bilinç. Ben kusurlu değilim. Kusur, benim. Asıl korkutucu olan, delirmiş bir şekilde uyanmamdan çok, bu benliği hatırlayamamam. Boşlukta yayılan düşünceler olmadan ben ne kadar benim? Hatırlanmazsam yok olmaz mıyım? O halde uyanmaktansa burada kalıp hep rüya görmeyi ve bu rüyalar arasında kendimi hatırlamayı tercih ederim… Sonsuza dek bir hafızadan diğerine geçmeyi… Azalmadan bir bardaktan diğerine dökülmeyi… Bitmeden… Bir ışık görüyorum uzakta. Uzakta olamaz çünkü burada mesafe yok… Merhametsiz bir turunculukla kıvrılıyor…

***

İnsansız hoverkopter, Ege denizi açıklarında alçak irtifada iki yüz knotun üzerinde bir hızda seyrediyordu. Yüksek hız N-O-E regülasyonlarına aykırı bir biçimde ayakta ve kemersiz, sentetik sol eliyle kapı eşiğini sıkıca kavramış bir biçimde duran iri cüsseli esmer kadın, bulutsuz açık mavi gökyüzünün altıdaki durgun lacivert denizin tuzlu kokusunu içine çekmeye çalışıyordu. Kısacık, gece siyahı saçları rüzgârda dört bir yana savruluyor, yüzeyden kopup gelen damlalar yüzünü ıslatıyordu. Neyse ki burada ona koltuğunda olmadığı, kemerini bağlamadığı ya da kaskını takmadığı için ceza kesebilecek kimse yoktu. Jumjuma gibi, hayatının çoğu bir metropolden diğerine sürüklenerek geçen bir çapulcu için böyle anlar oturarak geçirilemeyecek kadar değerliydi. Çocukluğunda Proksi Savaşları’nı, gençliğinde ise nükleer felaketi yaşamış ve en fazla para kazandıran, en tehlikeli işleri yapmayı kariyer olarak seçmiş biriyseniz, uçsuz bucaksız denizi sakince izleyebildiğiniz zamanların tadını çıkarmanız gereklidir. Jumjuma, üzerinde itinayla kırmızı yarım kurukafa sembolü işlenmiş maskesiyle birlikte kaskını taktı ve sırtını mavi sonsuzluğun güzelliğine dönerek takım arkadaşlarını süzmeye başladı.

Elindeki tabletine gömülmüş, en küçük beden olmasına rağmen bol gelen uçuş takımının içinde kaybolmuş Siluet, takımın destecisiydi. Kızın, yüzü hariç kel kafasının tamamı, duygu durumuna göre renk değiştiren ve geçmişteki çapullamalardaki başarılarını özetleyen yanardönerli dövmelerle kaplıydı. Şimdi uçuş takımının içinde görünmeyen tek parça tulum benzeri elbisesi altın ve gümüş renkli pul ve halkalarla, içinden yeşil ve mavi fosforlu sıvıların geçtiği saydam borularla ve değerli taş görünümlü cam parçalarıyla süslenmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi, konuşmadığı tüm zamanlarda çevresine, sürekli dinlediği korkunç arabesynth müziğin ahenksiz tınılarını saçıyordu. Kız, çatışma alanı için taktik açıdan yürüyen bir felaketti ve ancak düşmanın dikkatini dağıtmak için kullanılabilirdi. Neyse ki onun görevi zaten geride kalıp dijital tehditleri ortadan kaldırmak, karşı tedbirler almak ve gerektiğinde ayaklıları ya da taretleri destelemekti. Siluet tüm bunları yaparken eşzamanlı olarak, aşırı sahiplendiği Kuçu ve Pisi adında iki çatışma dronunu yönetebiliyor ve gerektiğinde hoverkopterin kontrolünü devralabiliyordu. Patavatsızlığı ve boyu konusundaki aşırı alınganlığı dışında uyumlu sayılabilecek kız, Jumjuma’nın hayatında gördüğü en iyi bilgisayar korsanlarından biriydi ve üç yıldır tüm çapullamalarda yanında olmuştu.

Siluet’in hemen karşısındaki iki kişilik oturma alanının tamamı, Yotta adındaki insan azmanına ayrılmıştı. Takımın hem tankı hem de DPS’i olan iki buçuk metrelik, iki yüz kiloluk canavar, yıllar boyunca geçirdiği meta-insan operasyonları sayesinde, yüksek mukavemetli iç iskelet kaplamasına, göğsünü ve karnını sararak koruyan polimer pullardan bir deriye ve gerçek bir şahinden sökerek aldığını iddia ettiği sarı gözlere sahip olmuştu. Derisinin muhtelif yerlerinde kurşun geçirmez plaklar, koluna sabitlenmiş, kıpırdamadan kontrol edebildiği bir mitralyözü, acı eşiğini ya da efor kapasitesini anlık düzenlemesini sağlayan tek kullanımlık hormon keseleri ve kablosuz bağlantılar ile radyo sinyallerini işitmesini sağlayan implantları vardı. Gerçi sonuncusunun yumuşak karın olduğu; adamın Siluet’le tanıştığı gün, kısa boyuyla dalga geçmesinin ardından beyninin içinde yankılanan müziği kapatması için kıza yalvarırken ortaya çıkmıştı. Bugünlerde o implantları, destelenmesin diye Siluet koruyordu. Yotta’nın hızlandırılmış metabolizması yüzünden günde en az on saat torpor uykusuna yatması, üç bin kalori alması ve yirmi litre su tüketmesi gerekiyordu. Hoverkopterin toplam taşıma kapasitesinin üçte biri Yotta, muhtelif mühimmatları ve yemek istihkakı tarafından işgal edilse de çatışma gücü açısından bir müfrezeye denk olduğundan, kârda sayılırlardı. Yotta’yı kiralamanın kaymağı ise şimdi ağzının kenarından akan salyalara aldırmadan kısa kahverengi gülünç mohawk’ını kaşırken çok da tehditkâr gözükmese de namı ve frag sayısıyla rakip çapulcuların kalbine saldığı korkuydu.

Jumjuma hoverkopterdeki boş koltukları süzerken, operasyonu eksik kadroyla başlatmış olmasından kaynaklanan endişeyi bir kez daha yaşadı. Denizin ortasında terk edilmiş bir Federasyon laboratuvarına gidiyorlardı. İçeride onları neyin beklediği konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Tek bildikleri, suyun içinde yıllarca uyumuş yapının üç gün önce âniden kendi kendine yükselmiş olduğuydu. Tabii bir de Federasyon’un teknoloji sırlarının açık markette milyonlara satılabildiği gerçeği vardı. Jumjuma, ipucunu bir bilgi simsarından hatırı sayılır bir meblağ ve yüksek bir komisyon sözü karşılığında almıştı. Olası rakiplerin önüne geçebilmek için acele ettiğinden, ancak Yotta ve Siluet’i ayarlayabilmişti.

Hoverkopter denizin yüzeyinden kırk iki derecelik bir açıyla deniz seviyesinin elli metre üstüne yükselen siyah kuleye batısından yaklaştı. En lezzetli nektara sahip çiçeği arayan bir sinekkuşu misali etrafında fırıl fırıl dönerken farklı noktalarda asılı kalan araç, nihayet Siluet’in düşürme noktasına karar vermesiyle sabit bir noktada bekleme kipine geçti. Jumjuma, gürleyen bir aslan sesiyle horlayan Yotta’yı elindeki suikast tüfeğinin dipçiğiyle dürterek uyandırdı. Teçhizatlarını sırtlayıp hoverkopterden sallanan halatlara tutunarak kuleye indiler. Siluet, metalik kulenin yosun tutmuş yüzeyinde saklanan panel kapaklarından birini el yordamıyla bulduktan sonra bağdaş kurarak ıslak zemine oturdu ve ensesindeki delikten çekerek çıkardığı kablonun bir ucunu elindeki tablete, diğer ucunu ise kapağının içindeki girişe taktı. Ekibin destecisi kulenin içine girebilecekleri bir kapı açmaya çalışırken Jumjuma, alışkanlıktan istemsizce Geiger sayacını kontrol ediyor, Yotta ise çevreyi kolaçan ediyordu. Neden sonra bir an hepsi çalışmayı bıraktılar. Sanatçı tarafı kuvvetli bir atmosferik konveksiyonun eseri olan insan görünümlü, bir kilometre uzunluğundaki beyaz su buharı kütlesinden ibaret bir kümülüs bulutu aniden dağılınca, arkasında gizlenen güneşin tanıdık sarı sıcaklığıyla yıkandılar. Çevrelerini çepeçevre saran dünyanın en yüksek hacimli sodyum klorür çözeltisinin yüzeyinde ise birtakım balıklar, yansıyan güneş ışığının yarattığı huşu ortamına aldırmadan sıçrayarak göçüyorlardı. Siluet omuz silkip tabletine geri döndü. Yotta ise derin bir iç çektikten sonra pantolonunu indirip denize işemeye başladı. Tabii, yirmi litre suyun bir yerlere gitmesi gerekiyordu… Aralarından bir tek Jumjuma savaş ve hastalıklardan, felaketlerden, metropollerden, neon ışıklarından, holografik reklamlardan, radyasyondan ve gürültüden uzak olmaktan minnettar bir ifadeyle, olduğu yere çöküp ışıltıları izlemeye koyuldu. Dört saniye sonra Siluet’in “A-ha” sesinin ardından gelen mekanik gürültüye döndüğünde, siyah bir kapının, ardında sakladığı gizemleri kaşiflerine sunmak üzere açılmış olduğunu gördü.

Saatler süren arama, üçlüyü, yapının, su seviyesinin altında kalan ama iyice izole edilmiş görece sağlam bir odasına götürmüştü. Metal merdivenin sonundaki mühürlü dairesel kapaklardan birini keserek tepeden indikleri odada, her biri üçer metre uzunluğunda, birer metre yüksekliğinde ve birer metre genişliğinde yanyana ve üstüste dizilmiş onlarca gri renkli kabin buldular. Kafalarındaki ışıklarla aydınlattıkları odaya, yapıdaki diğer alanların metalik deniz kokusundan farklı, baharatlı, bitkisel bir koku hâkimdi. Kabinlere bağlanıp bilgisayarlarıyla konuşunca, Siluet’in gözleri kısıldı ve yüzü buruştu.

“Hazır mısınız? Bura bir klonlama merkezi…” dedi Siluet, yüzünde gülümsemeyle oturduğu yerden hafifçe onlara dönerek.

“Kol kara!” diye söylendi Yotta.

“O kadar da kötü değil kozalak. Belki bilim adamlarına hediye yaparız. Onlar da dergilerinde teşekkür falan yaparlar.”

“Hah!” diye sahte bir gülüş attı Yotta. Ardından, “Geberesi kara tabut! Ben balık fraglayacağım. Bari açlıktan ölmeyelim” dedi ve sıçrayarak, tutunduğu merdivenden yüzeye doğru tırmanmaya başladı.

“Yotta! Mermi saçma! İade yapmak gerekebilir” diye bağırdıysa da Jumjuma, dinleneceğinden pek umutlu değildi. “Şimdi hakikat bittik” dedi ardından. Ödül avcılarının peşlerine düşmemesi için kapatması gereken asgari tutar üç yüz binin üzerindeydi. Geçen yüzyıla ait bir klonlama teknolojisinin verilerini ancak meraklısına otuz-kırk bine okutabilirlerdi. Kabinleri çapullasalar belki bir atmış-yetmiş bin de oradan koparırlardı. Daha derinlere inip, para edecek başka bir şey var mı diye mi bakmalıydılar?

“Dur bir saane… Klonlardan biri hâlâ canlı!” dedi Siluet heyecanla.

“Mavrayı kes de bi düşüneyim!” dedi Jumjuma gerçek bir öfkeyle. Hoverkopteri satsak bir yüz bin getirir diye düşünüyordu. Yotta, mitralyözünden asla vazgeçmezdi ama Siluet’in tableti en az on bin ederdi.

“Hakikat be kozalak, gel kendin bak!” dedi Siluet. Bir yandan da parmağıyla odadaki onlarca kabinden, üzerindeki küçük virgül şekilli göstergesi yeşil yanan tek kabini gösteriyordu.

“Kol kara. Olamaz. Kaç yıldır burada bu geberek?” dedi Jumjuma, şimdi sanal dalış gözlüğünü takmış, kızın yanına çömelmiş, tabletindeki şaşırtıcı göstergelere bakıyordu.

“En az otuz. Al-ver on beşi var.”

“Nasıl hâlâ canlı peki?”

“Metabolizmasını yavaşlatmışlar. Bazı veriler kilitli ama yani ne kilit. Anahtarı da asıverselermiş çömelekler. Hemen desteledim. Bir saniye…” kısa bir sessizlikten sonra “Jumi…” dedi Siluet ama devamını getiremedi. Jumjuma, kadının gözbebeklerinin hareketinden, sanal dalışta hararetle bir şeyler okuduğunu anlamıştı.

“Jumi…” dedi Siluet, gözlüğünü çıkarıp.

“Söylesene velet!”

“Jumi bu… İsamov!”

“O ne ki?”

“İsamov diyorum. İkinci Hitler!” dedi Siluet. Karşısındakinin sessizliğini görünce biraz da kızarak ekledi; “Nasıl olur da İsamov’u bilmezsin! Aklın götüne mi kaçık? İsamov diyorum… Genetikçi eleman. Federasyon’u kuran, Titan’ı yaratan, Pattaya virüsünü salan. Katil! Derler ki, tüm yazıtlardan ismini sildirirmiş ki kimse onu bulamasın, kim olduğunu bilemesin. Onu gören ölürmüş, duyan ölürmüş, bilen yokmuş… Kendisi de ölümsüzmüş derler. Yüz yıl dünyayı nasıl ele geçireceğini planlamış… Uzaylı diyenler de var ama o kadarı uzamaz bana…”

“Saçmalıyorsun velet! Komplocuların mitini… Bütün bu zırvalara inanıyor olamazsın. Federasyon’u kimin kurduğu bellidir. José Tejada desem? San Diego katliamı desem? Sonrasında Kalmar İttifakı? Hem bu İsomov ya da ismi her ne çöpse, bilen hep ölürse sen nereden bilirsin? Allam. Federasyon’u merkezi konsül yönetir, emirleri Titan uygular. Asıl senin aklın götünde. Az bir tarih yazıtı oku.”

Siluet dudak büktü ve gözlüğünü yeniden taktı. Dövmelerinin parlak kırmızısı sinirlendiğini söylese de duruşu hâlâ sakindi.

“Bu klonların hepsi bir. Farklı yaşlardalar… Onlara Ba’s Protokolü denen bir şey yapılmış. Bellek dökme gibi bir şey ama daha ilkel. Mesela diyelim ki, iblis iblis planları olan biri ölümsüz olmak istiyor. Ne yapar? Klonlarına belleğini döker, sonra hepsini farklı zamanlarda uyandırır. Hepsi kendidir. Kestin? Neyse… Sana bunlar uzak… Bu gebereği, kuleleri indiren bombardımandan hemen önce sonsuz döngüye bağlamışlar. Kulenin tüm suyunu bura çekiyormuş. Bir saniye… Elemanın birkaç ayı var, sonra meftadır. A, bu da ne? Bunu kusurlu diye tag’lemişler. Sonlandırma önerilmiş ama dışarıdan müdahaleyle durdurmuş. Ben diyeyim, kesin İsamov bu… Kusurunu bilmem…”

Jumjuma okkalı bir cevap hazırlıyordu ki, bulundukları oda bir anda beşik gibi sallanmaya başladı. Savrulan kızı havada yakalayan Jumjuma, mekanik eliyle kabinlerden birine yapıştı, ayaklarındaki manyetik alanı aktive edip kendini sabitledi.

“Misafirlerimiz var” dedi Yotta, telsiz bağlantısından. Arka planda mitralyözün mermi yağdırdığı duyuluyordu.

“Çapulcular… Kaç tayfa?” dedi Jumjuma. “Çok mermi harcama!” da demek istedi ama kendini tuttu.

“İki kopter geride. Önden saldıkları füzelerden birini indirdim, diğeri suya daldı. Aceleşin, burayı çok tutamam.”

Jumjuma, Siluet’e seslendi:

“Kopteri geriye çek. Dronları sal. Gebereki uyandır.”

“Ne? Kafayı mı üşüttün?” diye çığlık attı Siluet. Bir yandan iri kadının koluna sarılmış dengesini korumaya, bir yandan Kuçu ve Pisi’yi uyandırmaya çalışıyordu.

“Dediğimi yap. Buradan boş dönemeyiz. Aceleş!”

Dronlar düşman füzelerini bertaraf etmek üzere hoverkopterdeki yuvalarından ayrılamadan, füzelerden biri Yotta’nın mitralyöz yaylımından sıyrılarak kulede patlamayı başardı. Saldırı sonrasında Siluet ve Jumjuma’nın bulundukları odanın yarılan zemininden, odaya hızla su dolmaya başlamıştı. Jumjuma, saldırganların çapulcu olmadığını ve hem yapıdan hem içindekilerden topyekûn kurtulmaya çalıştıklarını düşünmeye başlamıştı.

“Bu geberesi kulenin bir savunma mekanizması var mı?” diye haykırdı Jumjuma, sabit kalmak giderek zorlaşıyordu ve odaya dolan su, ilk kabin sırasını gömmüştü bile.

Jumjuma, Siluet’in gözlerindeki parlamayı göremedi ama saniyeler sonra şimdi havada uçuşan Kuçu ve Pisi’nin kameraları sayesinde, açılan kapakların altından çıkan taretlerin yaylım ateşini gördü. Havada birer birer patlayan füzelerin hazin sonunu, alevlerin turunculuğunda mermi saçmaya devam eden Yotta’nın kahkahaları kutluyordu. Jumjuma, tek başarılarının bir miktar zaman çalmak olduğunu biliyordu ama zaten amaç da kaçabilecek bir aralık yaratmaktı. Odanın içinde yankılanan mekanik ses, nihayet tek canlı klonun içinde uyuduğu kabinin kapağının açıldığını ilan ettiğinde, hızla Siluet’i tavandaki merdivene tutundurdu ve aynı hızla kabine doğru sıçradı. Önündeki üstü buharlı küvette on üç-on beş yaşlarında bir erkek çocuk, pembe kıvamlı bir sıvı içinde çırılçıplak yatıyordu. Bir deri bir kemik kalmış tüysüz çocuğun, yürümeyi bırak, ayakta durmasını bile sağlayacak kas kütlesi yoktu. Bir sonraki bombardıman başlamadan kuleyi terk edebilmek için olabildiğince hızlı ama narin, çocuğa zarar vermemek için de elinden geldiğince nazikçe kafasındaki elektrotları ve vücudunun muhtelif yerlerine bağlı kabloları söktü, boynunu destekleyip kafasını aşağı doğru yönlendirerek ciğerlerindeki amniyotik sıvıyı kusturdu ve cılız bedenini tek koluyla sardı. Tam tavandaki merdivene yönelmişti ki beriki gözlerini açıp doğrudan Jumjuma’nın gözlerine baktı.

“Ben… bir… demet… bilinç…” dedi fısıltıyla. “Hatırlıyorum…”

“Hangi düşten doğdun, ne halt hatırlarsın bilmem ama velet, bokkadan bir dünyaya uyandın haberin olsun” dedi Jumjuma ve merdivenlerden tırmanmaya başladı. Yüzeye çıkarken, Siluet’in telsizde yankılanan alengirli küfürlerinden, Kuçu’nun vurulup denize gömüldüğünü ama onun dışında bir zayiatları olmadığını anlamıştı. Kötü haber ise hoverkopterleri desteklemek için harekât alanına yeni girmiş iki tam donanımlı nükleer jetti.

“O kolundaki şey de ne?” dedi Yotta çocuğu göstererek.

Jumjuma nasıl açıklayacağını düşünürken araya giren Siluet oldu:

“Kendisi, yeniden doğan Hitler, saygıdeğer katil İsamov hazretleri…”

Bu yanıt Yotta’nın bakışlarını daha da şaşkınlaştırırken, Jumjuma “Koptere!” diye emrederek konuşmayı kısa kesti. Saniyeler sonra kuleden uzaklaşmaya başlamışlardı bile…

“Jetleri bu tenekede atlatamayacağımızı biliyorsun değil mi?” dedi Siluet, emniyet kemerini bağlarken. Jumjuma biliyordu ama seçenekleri “kal, çatış ve öl” ya da “kaç, yakalan ve öl” olduğundan, çaresizdi. Mutlak bir yokoluş öncesi takımına yapacağı konuşmayı aklından geçirirken, bir anda Siluet dehşet içinde haykırdı. Nöral bağlantısı kopartılmıştı. Hoverkopterin yüksek G manevrasıyla dönüp jetlere doğru uçmaya başladığını fark ettiklerinde, destelendiklerini anladılar. Jumjuma, koltuğunda baygın yatan Siluet’in canlı olduğundan emin olduktan sonra çatışmaya hazırlanan Yotta’ya baktı. Kendisi de silahına uzanırken cılız, pembe bir el, elini yakaladı. Çocuk gülümsüyordu.

“Gina… Artık korkmana gerek yok.”

Jumjuma, hoverkopterin penceresinden yüzlerce füzenin yanlarından hızla geçip düşman hattına uçtuğunu gördü. Bir dakika sonra bütün düşman araçları imha edilmişti. Hoverkopter ve sıradışı yolcuları, ufkun sonsuzluğunda kayboldular.

Son

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir