Bölüm II

- Ey, büyük resmi görenler! Beyin yakmaya hazır mıyız? Teoristimiz bir anon ve Jüpiter’in olayını çözmüş. Hadi bakalım, saatin işliyor kanka.

- Süremin tamamına bile gerek yok, her şey ortada zaten. Bak şimdi abicim olay şu, kırklarda en gelişmiş yapay zekalar ne yapıyor? Resim çiziyor, video çekiyor, tanı koyuyor, netten millete laf yetiştiriyor o kadar… Yok milletin şifresini kırsın, trafiği düzenlesin, hava tahmini yapsın… Sonra bir bakmışsın ki fabrikalardan orduya her şeyi kontrol eden bir varlık peyda olmuş. Abicim bir düşün, Birlik böyle bir şey yaratacak teknolojiye sahip olabilir mi? Jüpiter gelmeden Federasyon’la başa çıkamıyorlardı. Çıksın hadi biri açıklasın esbeynin neyin nesi? İnsanlık tarihinde teknolojinin uçtuğu dönüm noktaları vardır, onlardan birindeyiz. Abicim bak şimdi bizim Jüpiter dediğimiz varlık bir Nefilim… Yarı-uzaylı yani… Dogon kabilesinden. Bunlar çok uzun süredir aramızdalar… Piramidlerin nasıl yapıldığını açıklayabilen var mı ya da Nazca...

-Süren bitti aga. Şimdi oylama zamanı. Teori mi komplo mu? Kırmızı mı mavi mi? Jüpiter uzaylı mı? Oyunuz beyninizi yakabilir, demedi demeyin! Ama önce spons…

Havada savrulan parmak yayını susturdu. Ufak tefek, kısa renkli saçlı, dövmeli kadın, üzerinde pembe hello kitty desenli pijamasıyla, pastel açık renkli mobilyalarla döşeli, sıcak beyaz ışıkla aydınlanan pudra kokulu odasının ortasındaki dairesel, içi jel dolu, üzeri toz pembe saten çarşaf örtülü yumuşak yatağında uzanıyordu. Esneyerek ve gerinerek kalktı, uzanarak yatağının ucunda anca dengede olan alev desenli, kan kırmızısı, özel üretim Sony dalış gözlüğünü, gözlerini ve kulaklarını saracak şekilde giydi ve içinden çıkan kabloyu ensesindeki veri giriş portuna taktı. Derin bir nefes alırken Siluet’in zihni, başla bir yere ulaşmak üzere bu odayı terk etmişti.

Sonsuzluğa uzanan, karanlık, yerçekimsiz, kokusuz ve dokusuz bu odada avatarı, kadınsı vücut hatlarına sahip animevari gözlü, insansı bir tilki, önünde uçuşan pencereleri süzmeye başladı. Üzerinde etekli kottan bir tulum, beyaz çoraplar ve beyaz fırfırlı bir gömleği vardı ve eteğinin arkasından çıkan kuyruğu bir sağa bir sola savruluyordu.  Siberbeyni tarafından yaratılan ve dalış gözlüğü sayesinde kendini tamamen içinde kaybedebildiği bu yapı onun çalışma alanıydı. Binlerce hayranının merakla beklediği, üzerine saatlerce konuşulan, defalarca paylaşılan deneyimleri burada editliyordu.

“Nerede kalmıştık?”

Önünde havada süzülen pencerelerden birinde, kadının iki gün önce uzaktan kontrol ettiği bir dronla çektiği, otoyolda hızla ilerleyen bir motosikletin görüntüsü oynuyordu. O an kendini dronun sensoryumuna bırakmış olduğundan Siluet için görüntü bir videodan çok bir anıydı. Dronun dengesini bozan rüzgârı yüzünde hissetmiş, otoyolun egzozlu kokusunu içine çekmiş, gürültüden kulakları acımış ve parlak ışıklarla gözleri kamaşmıştı. Her bir hissin kaydı videonun çevresinde ayrı pencereler halinde uçuşuyor, ilgili göstergelerin hareketi ile şiddetleri değiştirilebiliyordu. Silüet bu ekranların tam ortasında, bu hisler topluluğunu en çok beğeni toplayacak şekilde bir araya getirerek bir deneyim örüyordu. Siluet bu deneyim için iki dakikalık bir sınır belirlemişti. Böylece “ancadakka” serisine yükleyebilirdi.

Motor ilerlerken bir konuşma baloncuğu doksanların çizgi roman usulü biniciyi konuşturuyor, Siluet’in sesi ise değişerek, metalik egzoz kokusu eşliğinde abartılı bir erkek sesi taklidiyle, seslendiriyordu:

“Tozumda boğulursunuz köpekler!”

Hemen sonra “küçük pipili”, “at hırsızı” ya da “ezik” tanımlamalarını içeren şaşalı fontlarla yazılmış yüksek kontrastlı yazılar adama batan oklar şeklinde hızlıca yanıp sönüyordu. Adamın kendisi çizgi romanlardan fırlama bir panele hapsolmuştu.

Yazılar kayarak kaybolduklarında yerini gürültülü, ışıklı ve yakıcı bir patlama efektiyle dört seçenekli bir soru almıştı. Siluet yine sesini değiştirip, bu sefer seçenekleri sanki düzgün diksiyonlu bir yarışma sunucusuymuş gibi okuyordu.

“Peki, Siluet ne yapmıştır?

  1. Motoru desteleyip frene basarak uçurmuştur (motosiklet, bilgisayar ve dinamit sembolleri)
  2. Bu hıza yetişemeyip avından vazgeçmiştir (motosiklet ve üzgün köpek sembolleri)
  3. Beyefendinin karizmasına yenik düşüp deli divane âşık olmuş, başarılı ödül avcılığı kariyerini ter edip evinin hanımı çocuklarının anası olmuştur (kalp, patlıcan ve sıçramış su, yüzük ve bebek sembolleri)
  4. Destelediği sentetik gözleriyle olmayan bir şeyi görmesini sağlamıştır (beğenme, göz kırma, vosvos sembolleri)”

Doğru bilenleri pastel renklerdeki yıldız ve kalplerle ödüllendiren sorunun hemen ardından videodaki motosiklet orada olmayan bir şeye çarpmamak için ani bir manevra yapıyor, sonrasında yolda sürüklenip yolun kenarındaki bariyerlere çarparken binicisini metrelerce uzağa savuruyordu.

Binicinin gördüklerini oynatan başka bir pencerede ise pembe renkli antika bir vosvosun nasıl yoktan peyda olarak motosikletin önüne fırladığı görünüyordu. Siluet kararsızdı. Hem videonun gizemini korumasını istiyor hem de sanat eseri sayılabilecek destelemesinin görsellerini olduğu gibi paylaşmak istiyordu. Arabanın görüşe girdiği an için müzik ve koku bile ayarlamıştı. Sonuçta pembe bir vosvos ancak jelibon kokardı ve sahneye “Killing Me Softly With His Song” ile çıkmalıydı. Derin bir iç çekti ve pencereyi elinde sıkıştırarak çöpe attı.

Önceki pencereye döndü ve aracın bariyerlere çarptığı ana odaklandı. Çok sıkıcıydı. Çığlık ve kıvılcımlarla sürünerek bariyerlere savrulan ve doğal olarak izleyicilerin beklentilerini yükselten metal yığını sadece sakin bir temasla çarpıp iki sallanıp duruyordu. Siluet birkaç alev ve patlama efekti denemişti ama hiçbiri istediği etkiyi yaratmamıştı. Ya ateş fazla gerçekçi görünüyordu ve millet onu sahte olmakla suçlayacaktı ya da fazla uyduruk görünüyordu ve istediği etkiyi yaratmıyordu. Ateş görselinden vazgeçti, çarpışma sesinin şiddetini arttırıp biraz yankı ekledi. Son olarak da metalin asfalta sürtünmesiyle artan, izleyicilerin sadece yüzlerinde hissedecekleri bir ısınma hissi ilave etti. Birkaç kez test edip sıcaklık ve süreye dair ince ayarları yaptıktan sonra bu halini beğenmişti.

O pencereyi nihayet kenara atıp bakışlarını sonraki sahnelere çevirdi: binicinin tutuklanması ve para ödülünün hesabına yatışı. Deneyimin kalanını kafasında tasarlarken gözleri hafifçe, kapalı tuttuğu yorumlar penceresine kaydı. Her gün olduğu gibi kendine verdiği sözü yeniden bozup pencereyi açtı. Beklediği gibi yorumların yarısı gerçek Siluet’in nasıl görünüyor olabileceği hakkındaydı. Yüz binlerce takipçisi “kendafiş” gönderisi talep ederken, kimileri onun çok çirkin olduğundan seksi tilki görünümü arkasına gizlendiğini söylüyor, bazıları çeşitli kesitlerdeki ses tonunu ya da yorumlarını kanıt göstererek erkek ya da trans olduğunu iddia ediyordu. Rahatsız edici bir alt metinle hep tilki formunda kalmasını isteyenlerin sayısı da azımsanamayacak kadar çoktu. Bunlara onlarca meydan okuma, düello ve kolaborasyon teklifleri eşlik ediyordu. Tabi, seks ya da direkt evlenme teklif edenler de vardı. Daha küçük bir azınlık heyecanla bir sonraki deneyimi merak ediyor, birbirinden yanlış tahminlerde bulunuyordu. Mesajlar yağmaya devam ederken pencereleri kapattı.

Derin bir iç çekip tam işine geri dönecekti ki içinde aniden yükselen anlamsız ama korkutucu bir huzursuzluk hissetti. Kuyruğunu savurarak hızla sanal odanın uzak bir köşesindeki küçük pencereye döndü. Buradan Siluet gerçek dünyayı görüyordu. İki dünyanın bir arada olmasına oryante olmanın zorluğundan, pek çokları için sanal dalış klasik gerçeklikten tamamen kopmayı gerektiriyordu. Bu küçük pencere ancak Siluet gibi, zihinleri keşmekeşe alışık çok azı için tahammül edilebilir bir şeydi. Siluet hızla gerçek bileğindeki art arda dizilmiş çemberlerden ibaret dövmelerine baktı. Hepsi renksiz ve sönüktü. Kötü haber diye düşündü, yalnız değildi. Yanık kokan, vanilya tadında, cilalı ve kaygan, morumsu bir duman yayılıyordu. Omurgası karıncalanıyor, düşüyor gibi içine çekiliyordu. Hissin, his olmadığını anladığından, daha önce defalarca yaptığı gibi, siberbeyninin bu aurayı farklı bir biçimde, özgün bir kodla tamamlamasına izin verdi.  “Peki ne çöpsün sen acaba?” diye söylendi. Şimdi önündeki ekranların hepsi alarma geçmiş, çeşitli güvenlik yazılımlarını çalıştırıyordu. His ve duman geldiği gibi aniden yok oluverdi. Yeniden yalnızdı.

Öfleyerek gözlüğünü söküp, kendini yatağa bıraktı. Sonra yerinde gerinerek dikeldi ve esneyerek rüzgârın perdesini içeri doğru havalandırdığı geniş balkona çıktı. Yalın ayaklarında zeminin serinliğini, yüzünde rüzgârı hissetti. Şehrin silueti ışıl ışıldı. Eiffel ise maviydi. ‘Vukuatsız bir gün daha…’ diye düşündü. Aşağıda, uzaklardan neredeyse bir uğultu gibi trafik sesleri geliyordu. Komşusu yine orkestral postminimalist bir şeyler dinliyordu.  Gözlerini kapattı. Nefesini düzenleyip konsantre olduğunda kapalı gözlerinin önünde farklı renklerde ışıklarla parlayan noktalar belirmeye başladı. Önce onlarca, sonra binlerce, sonra sayısız… Paris’lilerin auraları birbirine uzanıyor, herkesin ve her şeyin birbirine bağlı olduğu koca bir ağa dönüşüyordu. Gülümsedi. Şimdi insanlar içlerindeki kötülüklerden arındırılmış, gök yüzündeki yıldızlar gibi safken bu ağın bir parçası olmak neredeyse huzur vericiydi. Asistanının uyarısıyla kendine geldi. Biri onu arıyordu: “Jumi çikolata” -Eşlik eden görüntüde Jumjuma’nın yarı çıplak uyurken ve horlarkenki hâli vardı.

Şimdi dövmeleri turuncu parlayan Siluet Jumjuma’nın her aramasında yaptığı gibi o anın fotoğrafını yakalayabildiği için gurur duyarak hafifçe kıkırdadıktan sonra yanıt verdi.

“Jumi!”

“Siluet. Ne zamandır laflamadık kızım! Naber?”

“Ne zamandır tatilde olduğundan olmasın olmasın.” Tatildeyi olabildiğince incelterek söylemişti “Hadi, iyilik diyelim, senden naber?”

“İyilik benden de. Kusura bakma canım ya, biliyorsun… Son deneyime bayıldım yalnız, on milyonu da vurmuşsun, aferin!”

“Çapulcular.nette yeni parlayan yıldız listesine de girdim bebeğim.”

“Tebrikler.”

“E, Jumi. Söyle bakalım iş ne?”

“Şey…”

“İş olmasa aramazsın, değil mi?”

“Biliyordum tripleneceğini…”

Tatilini erken kestiğine göre önemli olsa gerek. Şinobi de kim?”

“Sen… Ne? Dosyalarımı kurcalamayı keser misin?”

“Sıkıldım. Hastır, gerçek mi bu? Kafan mı uçtu senin? Hem de Ege’nin ortasında, yok artık…”

“Sessiz ol, kızım.”

“Meraklanma, Desimal bizi dinleyemez.” Bir iki saniye durduktan sonra sessizce ekledi: “Jumi. Mesele paraysa…”

“Önce, lütfen hesaplarımdan çık.” dedi Jumjuma ve birkaç saniye bekledikten sonra ekledi “Para önemli değil Siluet, başka şeyler dönüyor… Detayları anlatırım ama sağlam bir desteciye ihtiyacım var. Teşekkürler bu arada.”

“Sağlam derken, alemin kralı demek istedin sanırım… Hayrola? Ne destelenecek?” dedi Siluet. Bir yandan da az önce sanal odasına girmeye çalışan yabancıyı düşünüyordu, ihlal tesadüf olmayabilirdi.

“Konuşuruz. Ege’ye de gitmemiz gerekecek. Meraklanma bir planım var.”

“Valla, umarım planın sağlamdır bebeğim.”

“En kötü ihtimal izlenme rekorları kıracak bir deneyim örersin.”

“Ya, ne demezsin… Sanki izin vereceksin paylaşmamı… Ne zaman?”

“Hemen.”

“Hemen derken?”

“Vaay. Alemin kralı arkadaşının kapısının önünde olduğunu göremiyor demek…”

“Hastır.”

***

Süpersonik tren, konukları manzaranın keyfini sürebilsinler diye yerin altından yüzeye tırmanırken Siluet’in yanı başındaki pencereyi bulanık bir aydınlık kaplamıştı. Tren sessizce yavaşlayarak ses hızının altına indiğinde pençesindeki bulamaç geriye doğru akan ağaçlar ve bulutlara dönüşmeye başladı. Siluet bir of çekti. Metropoller arası yolculuklar onu hep strese sokardı. Derdi sahte kimliklerle kılık değiştirerek kırk çeşit kontrolden geçmenin bunaltıcılığı değildi. Esma olup, gece mavisi bir tulumun içine beyaz büzgülü bir bluz giymek, utangaç ve kibar davranmanın haylazca bir çekiciliği vardı. Kendini kural tanımaz bir casus gibi hissediyordu. Canını sıkan yolculuğun sessizliği ve dünyanın yabancılığıydı. Metropollerde asla tek başına değildi. Yüzlerce yayın her an kapsama alanındaydı ve o her an binlerce insana ve on binlerce cansıza bağlıydı. Tek başına olmak hatıraları depreşiyordu. Dövmelerini masmaviye boyayan karanlık düşünceler kafasını sarıyordu. Birbirine bakan koltuk çiftinden nedense sadece birinin olduğu geniş kompartımanın penceresinin ötesinde hızla geride doğru akan nehirler, ağaçlar ve hayvanların onun kapsama alanının dışında olduğunu düşündü. Auradan yoksun bir çöl… Çift katlı cama elini yapıştırıp Jüpiter’in diyarını, metropoller dışında kalan insansız bölgeyi izlemeye ve o ıssızlıkta yaşamayı düşlemeye koyuldu.

Kompartıman kapısının aniden açılmasıyla irkilerek hayal aleminden koptu. Gelen Jumjuma’ydı. Alnındaki boncuk boncuk birikmiş terleri boynundaki renkli örme şalla sildi. Üzerindeki koyu hâkî askılısının göğüs kısmı ıslanmış, kıvırcık saçlarından teller yüzüne yapışmıştı. Elinde Siluet’in ancak devasa bir çekçekli çanta olarak tanımlayabileceği bir kabinin taşıma kolunu tutuyordu. Kabinin altında elektrikli bir aksama bağlı tekerlekler olmasına rağmen, Jumjuma çekmeye zorlanmış gibiydi. Siluet ekipmanın çok ağır olduğunu düşündü ve odanın yarısının neden boş olduğunu anladı. Jumjuma kabini karşılarına yerleştirdi ve kendini Siluet’in yanına bıraktı.

Siluet Jumjuma’nın yanına oturmasını hiç sevmiyordu, kapının açılmasıyla hızla sarıyla parlayan dövmeleri şimdi bordoya dönmüştü. Devasa kadının yanında kendini bir cüce gibi hissediyordu. Yanındaki nefeslenip su içerken çaktırmadan onun pürüzsüz koyu kahverengi tenini, uzun ve kaslı bacaklarını, geniş omuzlarını, biri koyu kahve kanlı canlı diğeri mat siyah sentetik kaslı kollarını ve dolgun bukleli kabarık saçlarını süzdü. Bir yandan da göz ucuyla kendi acınası cılız kollarına baktığında kadının kolunu desteleyip suyu kafasından aşağıya döktüresi geldiyse de kendini durdurmayı başardı. Simsiyah gözlerinin ona kaydığını fark ettiği anda kafasını odanın içindeki kabine çevirdi:

“Bu da nedir annecim?” diye bağırdı kabini göstererek. Jumjuma sahte kimlikleri anne-kız olarak hazırlamasını istediğinden beri onu kızdırmak için böyle sesleniyordu.

“Kim desen daha doğru olur. Bu, Yotta. Kendisi…”

“Yotta mı?” diye çığlık attı Siluet. “Sen, Yotta’yı mı öldürdün?” dedi ve düşünceli bir şekilde ekledi: “Yotta da kim?”

“Bu tabut değil kızım, Torpor kabini. Metabolizmasını yavaşlatmak için. Uyuyor içinde. O da bizimle gelecek. Dozer olarak… Pek tecrübeli değil ama doğuştan asker…”

“Sen nereden tanıyorsun bakayım bu askerciği?” diye sordu Siluet.

“Önceden iş yapmışlığımız var.”

“Ne iş yaptınız bakayım, ince iş mi?” dedi Siluet göz kırparak.

“Siluet! Saçmalama.”

“Ne bileyim şimdi eleman kaslı kuvvetli olunca dedim ki bizim kız götürmüştür bunu kesin, affetmemiştir.” derken dövmeleri pembe pembe parlıyordu.

“Siluet! Kes şunu, ben asla… Neyse ki uyuyor…” dedi Jumjuma gözünü kaçırıp, elini yüzüne götürmüştü.

“Aslında şu an bizi duyuyor. Çok ilginç, algıları baya aktif, senin leş gibi kokunu da alıyordur.”

“Sen… Kabini mi desteledin? Kızım ne yapıyorsun?” Jumjuma gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde kıza döndü.

Siluet omuz silkti. “Çok zor olmadı. Bariyer de koymuş, dandiğinden… Erken uyarı sistemi diye bir şeye bağlı, beş saniye içinde uyanacak…” Jumjuma’nın yüzündeki dehşeti görmek için bir saniye bekledikten sonra ekledi: “Kapattım korkma.”

“Adamcağızı rahat bırakır mısın, lütfen? Uykusunu alsın.”

“Öf, iyi be. Baya heyecanlandı yalnız, kalp atışları falan hızlandı. Bizimle tanışacağı için galiba…”

“Ya… Kesin ondandır.”

Siluet asistanıyla Yotta’ya ait bilgileri incelerken biyolojik modifikasyonları gördüğünde dövmeleri altın rengiyle parlamaya başladı.

“Vaouv. Eleman çok meta. Kaslarına nonopoli bişey yapmışlar…”

“Güçlendirilmiş nanobiyopolimer örgü. Ayrıca tüm yaşamsal organları titanyum zar ile sarılı ve derisi süpersıkı protein pullarla kaplı.” diye açıkladı Jumjuma.

“Çılgın.”

“Sentetik kulakları, transgenik gözleri ve…” dedi Siluet ve doğru okuduğundan emin olmak için bir iki saniye oyalandıktan sonra “…Nöral komutla kontrol ettiği stimülan keseleri var.”

“Nöral komut da neyin nesi? Neden Esbeyin değil?” diye sordu ve Jumjuma’nın bir şey demesine izin vermeden: “Peki neden tabutta? Vampir mi arkadaş?” diye ekledi.

“Kargo olarak taşımak sahte kimlikle yolcu olarak yanımıza almaktan kolay geldi. Zaten aktif görev öncesi torpor uykusuna yatması gerekiyor. Uyanıkken saatte bir litre su ve bin beş yüz kaloriye ihtiyaç duyuyor da…”

“Yuh, masraflıymış ama baya da pratik düşününce, lazım olduğu zaman kutusundan çıkar, onu bunu öldürsün, işi bitince buz dolabına geri yok. Peki, paran nasıl yetti annecim senin bunu insansı tankın kirasına?”

“Kazanca ortak olacak, yüzde yirmi beş payla.”

“Ortaklar artıyor desene… Bir saniye, yirmi beş mi dedin? Benimle aynı mı? Şaka yapıyorum de!”

“Sakin ol, hepimizin aynı. Adam başı yirmi beşer kalanı masraflara…”

“Beş kişi olmayacak mıyız, bu nasıl bir hesap şimdi? Kalanları peşin mi ödedin?”

“Bir pay da bilgi simsarına gidecek… Şöyle düşün, üçümüz neresinden baksan on kişi sayılırız…” dedi gülümseyerek.

“Jumi… Ciddi olamazsın. Ege’nin ortasına askeri bir üsse üç kişi mi dalacağız? Pilotsuz, jokersiz, çapkınsız ve doktorsuz…”

“Endişelenme, her şeyi planladım. Beni jokerden say. Joker, desteci ve dozer. Bence ideal. Aracımız hazır sayılır, pilota ihtiyaç olmayacak, çapkınlık da bir şey de yok, beş tüp de spreyimiz var.”

“Lideri jokerden sayamam annecim. Travma spreylerini de doktordan sayamam. Hem nette okudum kanser yapıyormuş o spreyler. Keşke bana söyleseydin, en azından doğal, vegan, organik bir şeyler ayarlardık.”

“Saçmalama Siluet spreyin veganı mı olur? Meraklanma, plan sağlam. Bir de rica etsem şu annecim muhabbetini keser misin?”

“Peki anne!” dedi Siluet. Şimdi dizini karnına çekmiş, oturmak yerine yerinde çömeliyordu. Trenin tavanına düşünceli bir şekilde bakarken bir anda gözleri açıldı: “Şinobi’ye neden pay veriyoruz?”

“Odamı o mu desteledi?”

“Hayır, mümkün değil. O bariyeri ben kurdum.” dedi. Bir anlığına aklına Jumjuma ona erişmeden hemen önce hissettiği davetsiz misafir geldiyse de düşünce geldiği gibi hızla kayboldu. “Kesin tanıdık biridir, buluruz.”

“O zaman kumpasta kimlerin parmağı olduğunu bulana kadar onu masumlardan sayacağız.”

“Çok saçma.” Dedi Silüet kafasını iki yana sallayarak ekledi: “Denizin ortasında üç zavallı ölüp gideceğiz…” deyiverdi. Jumjuma’nın gözlerinin dövmelerinde aradığı endişeyi bulamadığını fark ettiğinde sesini daha da dramatik hale getirip: “Ya Federasyon uçakları ya da Birlik gemileri götümüzü füzeleyecek!” diye bağırdı. Jumjuma oralı olmamıştı.

“Neyse, o değil de bak ne diyeceğim: bu tren var ya o tren.” dedi Siluet, ciddi bir ses tonuyla, tepkisini kaçırmamak için pür dikkat Jumjuma’nın yüzüne bakıyordu.

“O tren derken?” diye sordu Jumjuma.

“İstanbul’a giderkenki…” dedi ve berikinin anlamsız bakışları devam edince ekledi: “Yazın paylaşmıştım ya…”

Siluet Jumjuma’nın hatırlaması için beklerken beriki gözlerini kaçırıp yeri kesmeye başladı.

“İnanamıyorum sana, onu da mı izlemedin? Çok ayıp ya…” dedi hafif kırmızı dövmelerine çatık kaşları eşlik ediyordu. Ayağa kalktı önce bir öfledi sonra da gözlerini devirip hızlı hızlı cümlelerle anlatmaya koyuldu.

“Seninle buluşmak üzere Münih’e gidiyordum. Yolda sıkılıp ortadaki barlı kompartımana geçeyim dedim. On-on iki kişi falan vardı, sıkış tepişti. Bir grup gençten bir ekip, gülüp muhabbet ediyordu. Yanlarından geçip otomattan bir bira istedim.” aslında otomatı destelemişti de bu ayrıntıyı paylaşmak istemedi.

“İlk yudumumu almaya kalmadan arkamdaki sesleri kesiliverdi ve ardından çığlıklar koptu… Masaya yaslanmış üç kafa gördüm, sızmış gibi duruyorlardı, diğerleri ise dehşetle yerlerinden fırlamıştı. Öldüklerini enselerinden yükselen dumandan anladım. Esbeyinleri yanmıştı. Aynı anda… Üçünün birden… Lütuf koruma gelmeden tüydüm tabi. Hani sonra geç kaldım, Prag’da buluştuk, sen bir sürü söylendin…”

“Ama sordum değil mi ne oldu diye, sen anlatmadıydın.” diye ekledi Jumjuma.

“Kanalımda paylaşınca izlersin demiştim…” diye yanıtladı Siluet, beklemeden.

“Bak ne güzel oldu, aynı trende anlatınca daha bir yaşamış gibi hissettim.” dedi Jumjuma, sonra gözleri Siluet’in soluk mavi dövmelerine takılınca yüzündeki gülümsemeyi silip “Keşke hiç olmasaydı tabi…”

“Üzülme annecim. Çok etkilenmedim aslında, yapacak bir şey yok… Gerçi odayı saran yanık et ve kıl kokusu hala burnumda…” dedi Siluet, dövmeleri anlık yeşil yanıp söndü.

“Onun dışında pek de takılmadım. Aslında düşününce sonrasında biraz takılmış olabilirim. Mesela takip ettim, Lütuf Koruma ne demiş diye. Hadi tahmin et. Nedeniii…” dedi sonunu uzatarak ve tamamlaması için kafasıyla işaret yaptı.

İkisi birden: “Anlaşılamamıştır.” dediler.

“Aynen, her zaman olduğu gibi. Birlik neden hala orada yüzlerce kişi çalıştırıyor anlamış değilim.”

“Lütuf Koruma’nın asıl koruduğu Birliğin kodamanları… Yasaklı yerlere gitme, sakıncalı konuları kurcalama onlara yeter.” dedi ama coşkuyla başladığı cümlesini anca fısıltıyla tamamlayabilmişti. Hemen sonra “Burada rahat konuşabileceğimize emin misin?” diye sordu.

Siluet muzırca gülerek: “Rahat ol annecim, dök içini… Güvenli alan burası, benden sır çıkmaz. Şu azmanı bilemem ama…” dedi parmağı Yotta’nın kabinini gösteriyordu. Jumjuma’nın kalkık kaşları ve ifadesiz suratından kinayeli bir ‘çok komiksin’i okuduktan sonra: “Evet, evet çok pis güvendeyiz. Hem muhabbet edip hem de veri akışını değiştirebilirim bebeğim.” dedi ve devam etti:

“Neyse… Baktım Lükodan bir şey çıkmıyor ben de Jüpiterist sayfalarında takıldım biraz.”

“Of, Siluet…” dedi Jumjuma kafasını iki yana sallayarak.

“Biliyorum. Hikmetinden sual olunmaz ötesinde bir şey de çıkmadı zaten.”

“Çıksa şaşardım.”

“Peki, Birliğin resmi acıkmasına ne demeli: bilinçli ve bilinç dışı lütuf karşıtı düşünceler ölümle sonuçlanabilir.” dedi Siluet şimdi yeniden Jumjuma’nın yanına oturmuştu.

“Sağ olsunlar. Bilinç dışı da efsaneymiş…”

“Sorma. Jüpiter seni düşündüğünün farkında olmadan düşündüğün şey için öldürebilir. Ne de güzel.”

“Mide bulandırıcı. Şu esbeyin var ya, içine beynimizi kapattıkları bir hapishaneden fazlası değil. Birlik bilgi akışlarını kontrol eder, Jüpiter hayatını… Allah’ın cezaları…”

“Of çok dramatik oldu. Ben bunu çalar, satarım haberin olsun. Neyse özetle kimsenin bir çöp bildiği yok. Bu arada sonradan baktım ölenlerin üçü de ikizler burcu çıktı. Tesadüf mü? Belki de Jüpiter sistematik astrolojik bir eliminasyon peşindedir.”

“Yok, daha neler.”

“Öyle deme, sen hiç topluma faydalı ikizler gördün mü?” dedi Siluet gülümseyerek ve konuşmaya devam etti: “Peki, Jüponazi muhabbetini biliyor musun?”

“Siz gençlerin trendlerine yetişmek mümkün değil canım.” dedi Jumjuma.

“Ya işte bir şeyler düşünerek kendini Jüpiter’e öldürtmeye çalışıyorsun”

“Ne? Allah’ım ya, denedim deme!”

“Valla denedim, olmadı”

“Hadi ya, olmadı demek…” dedi Jumjuma gözlerini devirerek.

“Jüpiter’i destelediğimi, yok ettiğimi falan hayal ettim. Bir çöp olmadı. İnanmak lazımmış ama öyle diyorlar.”

“Of be Siluet, nelerle uğraşıyorsun… Hem amaç beynini Jüpiter’e yaktırmaksa daha garantili yolları var.”

“Herkes bizim gibi çapulcu değil canım. Hem evinde falan ölenler var çok pis, link göndereyim izle. Ha, bir de tripli Jüponazi var.” Cümlesini tamamlamadan üç ayrı deneyim bağlantısı göndermişti bile.

“Bilmek istemiyorum, bana yetti.” dedi. Asistanından zamanı kontrol ettikten sonra heyecanla ayağa fırladı:

“Durağa gelmek üzereyiz.”

“Ne durağı?”

“İnme vakti.”

“Ne? Ne zaman? Nasıl?”

Pencerenin dışındaki manzara yerini karanlık duvarlara bırakırken tren önce hafifçe yavaşladı sonra yolcularını anca hissettikleri bir sarsıntıyla tekerleklerinin üzerine düştü ve durdu.

Siluet, Jumjuma ve yükleme platformunda kaydırdıkları Yotta, henüz diğer yolcular ayaklanmadan treni terk edip mola alanına giriş yapmıştı. Onların ayak basmasıyla lambalar kirli gri fayans yüzeyleri, metal bacaklı kırmızı yüzeyleri toz tutmuş tabure ve masaları aydınlattı. Neon ışıklı otomatlar, ihtiyaç kabinleri ve şimdi heyecanlı küçük köpekler gibi etrafta koşturmaya başlayan hizmet robotları canlanmıştı. Duvarlarda reklam ve kanal görüntüleri oynamaya, müzik ve anonslar çalmaya başladı. Cingıllar renk bulutlarına, rutubetli tozlu kokular ise ekşimsi tatlara neden olmuştu. Siluet burasının bir acil durum durağı olduğunu anladı. Normalde PM-3’ün Stuttgart’tan sonra durmaması gerekiyordu. O, çevresinde canlanan otomatlardan hamburgeciyi mi yoksa pankekciyi mi destelesin diye düşünürken adeta aklını okuyan Jumjuma kaşlarını çatıp kafasını iki yana savurarak “teknik servis” yazılı kapıyı işaret etti. İnsanlar şaşkınca mola alanına dökülürken trende “endişelenecek bir şey olmadığı, yarım saatlik yemek ve ihtiyaç molası verildiği” anonsu geçiyordu. Siluet Jumjuma’nın ortalık kalabalıklaşmadan kaybolmak istediğini ve bunu da kimseye görünmeden makina dairesine girerek gerçekleştirmeyi planladığını düşündü.  Kapıya dayandıklarında Jumjuma “Siktir.” dedi. “Kilitli. Açık olması gerekirdi. Bir el atıverir misin?” Hızlı hızlı konuşuyordu.

“Bir şey hissetmiyorum, görünürde veri portu falan da yok. Maalesef Jumi, benlik değil.”

Jumjuma arkasına dönüp sağa sola hızlı birer bakış attıktan sonra sentetik eliyle kapının kolunu bükmeye başladı. Kaba kuvvetle baş edemeyen metal gıcırdayarak eğrilip büğrülerken hafif bir omuz darbesine teslim oldu. Jumjuma içeri girerken kapının tepesindeki alarm düzeneğine bir bakış attı.

“Alarm devre dışı, kameralar da kapatılmış. Kimle aldatıyorsun bakayım beni?” dedi Siluet.

Jumjuma açtığı kapıdan Siluet’i içeri buyur etti ve kapının yerine tam oturmadan kapanışını yakalayabilen ilgisiz birkaç çift göz dışında görünmeden Yotta’yı da çekip içeri almayı başardılar.

“İçeride adamlarım var” dedi Jumjuma, belli belirsiz bir gülümsemeyle.

“Hiç de kıskanmadım” dedi Siluet hafifçe bordolaşan dövmelerine aldırmadan.

Girdikleri küçük içi boş oda, iki duvarını kaplayan dolap ve kabinlerden kabloların sarktığı, devreler ve yongalara monte edilmiş küçük onlarca lambanın yeşilli kırmızılı ışığıyla aydınlanan, metal ve makine yağı kokulu uzun bir koridora açıldı. Koridordan biplemeler, cızıtrılar ve uğultular eşliğinde ilerlerken önce sağa sonra sola saptılar, kilitli olmayan bir kapıyı açıp örme tuğladan bir tünele ulaştılar. Mekanik aksamlar kaybolup yerini toz, toprak, örümcek ağları ve yosunlara bırakırken birkaç yüz metrelik nemli, küf kokulu ve kötü tatlı yolculukları ağır, metallik gri bir kapının karşılarında belirmesiyle sonlandı. Jumjumanın omzuyla gıcırdayarak açılmaya başlayan kapıda oluşan dikey yarıktan püsküren ışık tünelin duvarlarını kahverengiden grinin sıkıcı tonlarına boyarken havaya savrulan toz zerrecikleri dışarıdan esen rüzgârın önüne katılarak dört bir yanlarına dağıldı. Siluet refleks olarak kıstığı gözlerini açarken şimdi tamamen açılmış kapının ardındaki ağaçlı, çimenli, ışıklı ve renkli dünyanın ortasına yerleşmiş iki figürü seçti. Bunlardan hemen ayağa kalkan ilki, Vejîn Jumjuma’nın boylarında esmer güzelce bir kadındı. Aynı Jumjuma’nınki gibi kırmızılı morlu şalı, yeşil askılısını sarıyordu. Onun ayağa kalkmasıyla annesinin bacağının arkasına saklanan kız çocuğu Esma sımsıkı sarıldığı etekle yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Kızın vücuduna Siluet’inkileri andıran dövmeler çizilmişti. Siluet on yaşında bile olmayan bir kızla eş tutulduğu için yeniden, sahte kimliği düzenlemeye başladığı andan itibaren onuncu kez öfkelenecekken, dövmeleri henüz kızaramadan Yotta’nın kabinini yere bırakan Jumjuma’nın bağırışı dikkatini dağıttı.

“Bu ne?” derken kaşları çatıktı ve gözleri karşısındakinin gözlerinin içine bakıyordu. Jumjuma’nın parmağı kadının arkasında kalan sepet gibi bir kabı işaret ediyordu. Sepetin tepesi açıktı, içinden minyatür iki el sallanırken ağlama sesleri duyulmaya başladı.

“O… Benim küçük kızım…” dedi kadın. Cümlesini tamamlayana kadar dört kez yutkunmuştu.

“Anlaşma yalnız ikiniz içindi… Bunları konuşmadık mı? Her dediğime harfiyen uymazsanız bu iş yatar demedim mi? Bunu trene nasıl sokacaksın? Soktun, Münih’te ne olacak?” dedi sertçe kadına doğru yürürken.

Anne kafasını öne eğerken, şimdi küçük kızın ağlamasına büyük kızın sessiz hıçkırıkları eşlik etmeye başlamıştı. Siluet’in üç adım geriden takip ettiği Jumjuma kadının önünde durup derin bir nefes aldı.

“Yerleşimdekilere söyle gelip alsınlar” asistanını kontrole ettikten sonra ekledi “Trenin kalkmasına yirmi üç dakika var”.

Kadın gözünden yaşlar süzülürken çenesi titreyerek kafasını iki yana sallıyordu sessizce “Kimse yok…” dedi.

“Ne demek kimse yok!”

“Biz üzerimize düşeni yaptık.” dedi Siluet Jumjuma’nın bakışlarını yakalayarak ve ekledi: “Gerisi onların sorunu, direkt gidelim derim.”

Jumjuma kadına dönüp sakince tekrarladı “Ne demek kimse yok?”

“Yalvarırım… Kimsemiz yok. Hepsi, öldü. Dört gün önce. Ulm’de. Sıcak bölgede… Bir tek biz kaldık. Raquel anlayacağını söyledi. Yardım eder dedi…” dedi kadın hızlı hızlı. Söyledikleri zor anlaşılıyordu.

“Ulm’de bir sıcak bölgeden haberim yok. En son duyduğumda Katedral sağlamdı. Raquel bana sadece Münih’e gidecek iki kaçak yolcudan bahsetti o kadar.” dedi.

“Kandırıldık” dedi Silüet ama Jumjuma oralı olmamıştı.

“Aniden geldiler. Erken uyarı falan da olmadı. Şansımıza biz dışarıdaydık…”

Kadın titrek sesiyle olup biteni anlatırken Siluet içinden öfledi ve elleriyle havada süzülen polen taneciklerini uçurarak yürümeye başladı. Ağaç ve çiçek kokularının parfümsü tadını genzinde hissetti. Hafiften sekerek önce annesinin arkasına saklanan Esma’ya karşılığını alamadığı bir bakış attı ve onun bakmadığı bir anda çaktırmadan boylarını karşılaştırdı. Uzun olduğunu kanıtlamasının getirdiği haklı gururla saman sarısı parlayan dövmelerinden rahatsız olup elini kolunun üstüne koydu. Sonra sepete yaklaştı. Bebeği hissetmiyordu. Siberbeyni olmadığından aurası da yoktu. Pilsiz bir oyuncak ya da renklendirilmemiş bir boyama kitabı sayfası gibiydi. Jüpiter’in garip dünyasının kapsama dışı unsurlarından biri olduğunu düşündü. Bu unsur onu gördüğünde ağlamayı bırakmış ona el sallıyordu. O da elini gerçekten orada olup olmadığından emin olamadığı varlığa salladı. Arkasından bir ses bozuk ve robotsu bir şiveyle seslendi:

“Ne yapıyorsun?” dedi Esma, çatık kaşlarının altındaki simsiyah gözler Siluet’e ateş ediyordu.

“Hiç. Kardeşine merhaba dedim.”

“Bizi… Öldürecek misiniz?” dedi küçük kız titreyen sesiyle.

“Hayır canım saçmalama. Birazdan gideceğiz.” dedi

“Loana çapulculara güven olmaz derdi.”

“Loana kim, ne anlayacak bu işlerden? Biz proyuz kızım.” dedi Siluet ama içinden ‘haksız sayılmaz’ diye düşünmüştü.

“O… Öldü. Yerleşkede.”

“Bak işte, daha kendini kurtarmaktan aciz, yok çapulculara güven olmazmış…” cümlenin sonlarına doğru pişman olmuştu ama artık çok geçti. Kızla göz göze gelmemek için yeniden sepete döndü. Bir iki sessiz hıçkırık sonrası ağlama kesilmişti ama kız hala arkasındaydı.

Arkasına döndüğünde Esma “Neden garip konuşuyorsunuz?” diye sordu.

“Çünkü canım, biz konuşmuyoruz, esbeyinlerimiz konuşuyor.”

Kız sağa sola anlamsız bakışlar atmıştı.

“Yeni di mi seninkisi? Ne kadar oldu sen opere olalı?”

“Üç ay.” Dedi kız eli istemsizce ensesindeki veri portuna gitmişti.

“Daha kolaylaşacak” diye yalan söyledi Siluet. “Alışacaksın.”

“Ben… Kafamdakinin ne olduğunu bilmiyorum.” Dedi Esma.

“Kimse bilmiyor.” dedi Siluet. Kız bir süre duraksadı ve sonra “Seninkisi ne zaman takıldı?” diye sordu.

Siluet derince nefes verdi ve biraz bekledikten sonra “Ben bebekken…” dedi. “Ne kadar erken takılırsa alışması o kadar kolay oluyor.”

“Annem…” dedi Esma yüzünü yere döndürerek.

“Baş dönmesi, mide bulantısı, ağrılar ve kabuslar, değil mi?”

“Evet… Sürekli ilaç kullanıyor, hep halsiz.”

“Normal. Esbeyinler yetişkinlere uygun değil. Haline şükretsin. Allah’ın terk ettiği ağıldan bozma bir hastanede opere olmaya kalkmak deli işi. Yaşaması bile mucize!”

“Biliyorum.”

“Bir çöp bildiğin yok! Bu işler öyle kolay işler değil. Millet metropollerde ölüyor!”

“Biliyorum!” diye bağırdı Esma “Abim…” dedi ama cümleye dönüştürecek enerjisi yok gibiydi. Siluet’in dövmeleri mavi ve kırmızı arasında gidip geliyordu. Kıza tokat atmak istedi ama onun yerine “Bak bakayım buraya, ne görüyorsun?” diye sordu parmağını şıklatmıştı.

“Ne? Nerede?”

“Görüşünde tabi ki… Asistanın sana ne gösteriyor?”

“Birkaç tuş… Ve pencereler… İçleri boş.”

“Sen kullanmayı öğrendikçe dolacak. Miden bulanmadan farklı ekranları aynı anda takip etmeyi öğreneceksin. Sadece düşünerek komutlar vermeyi… Hoşuna gidecek… Görüşün hayal edemeyeceğin kadar renklenecek.”

“Sen… Sen, ne görüyorsun?”

“Benimkisi karmaşık…”

“Nasıl yani?”

“Bende tuşlar yok, düğmeler yok…”

“Neden?”

Siluet Jumjuma’ya baktı. Kadın son derece ciddi Vejîn’i dinliyordu.

“Benim bir durumum var… Sinestezi. Doğuştan. Bazen gördüklerim, duyduklarım, tadını aldıklarım, kokladıklarım ve hatta dokunduklarım karışabiliyor.”

Kızın kalkan kaşlarının altında kocaman açtığı gözlerindeki bakışlar boştu.

“Algılarım yani, beş duyum sendeki gibi çalışmıyor. Bazen bir ses duyduğumda renkler de görüyorum, bir şeye dokunduğumda tat alıyorum. Bu nedenle esbeynim herkesinki gibi değil, standart bir arayüzüm yok.”

“Zor olmalı.” dedi Esma

Siluet etkilenmişti. Durumunu öğrenenlerin ilk tepkisi nadiren empatik olurdu. ‘Tahmin bile edemezsin.’ diye düşündü ama “Evet ilk başlarda çok zordu ama ölmedim. Sen de ölmeyeceksin. Eğer yardım edersen annen de sağ kalacak. Tabi bu anlamsız diyaloğu sürdürerek beni kızdırıp, beyninizi yaktırmazsan.” dedi.

Kızın gözleri bu sefer korkuyla açılmıştı.

Anlık oluşan bir sessizlikle arkasına döndüğünde annenin endişeli bir şekilde onlara baktığını gördü. O da mı kendilerine zarar vereceklerini düşünüyordu?

“Esbeyni yok.” dedi Jumjuma.

“Fark ettim. Önemli değil çünkü kimliği de yok. Trene binemez.” dedi Siluet, şimdi yeniden bebeğe bakıyordu.

Yeniden sessizlik. “Bizi bırakmayın” diye seslendi Esma Siluet’e. Siluet ise koşar adım şimdi Yotta’nın kabinine yönelmiş olan Jumjuma’ya yetişti. “Nihayet” dedi. Kabinin hemen önünde duran Jumjuma ona dönüp “Yotta’nın kabinini yeniden programlaman ne kadar sürer?” diye sordu.

“Neye programlamam?”

“Torpor beşiği diyelim…”

“Sen ciddi misin?” diye sordu Siluet dövmeleri renkler arasında gezerken.

“Onları burada bu şekilde bırakamam. Bariyerini de güçlendirir misin?”

“Münih’e kadar sırtımda da götüreyim mi?”

“Çok zamanımız yok Siluet.”

“Peki ayı yavrusu uyanınca ne olacak?”

“Bana bırak.”

“Dedin ki elemanı çatışma zamanı uyandıracağız, işi bitince de kutusuna geri koyacağız…”

“Öyle bir şey demedim canım, on beş dakika.”

“Senin için bile çok yumuşakça…” dedi Siluet ama Jumjuma sertçe araya girdi. “Başlayacak mısın?”

Siluet gözlerini kıstı ve sessizce “Çoktan başladım bile…” dedi.

“Teşekkürler.”

Siluet bir şey demeden yeniden programlamaya devam etti. Bir yandan da Jumjuma’nın konuşmasını dinliyordu.

“Vejîn, bunun işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorum ama başka şansınız da yok. Merak etme Siluet işinde iyidir…”

‘En iyisi demek istedin sanırım.’ dedi Siluet içinden.

“Bu kabin konuğunu sağlıklı tutmak için tasarlanan tıbbi bir cihaz. Bebeğin güvende olacak. Meraklanma. Planın üzerinden bir geçmemiz lazım. Dikkatini bana verebilir misin? Teşekkürler.”

“Asistanınız açık değil mi?”

“E, evet.” dedi kadın. Koşarak onun yanına gelen Esma yeniden eteğine yapışmıştı.

“Arayüzünüzde şimdilik çok bir şey olmaması lazım. İstasyona girene kadar de böyle kalacak. Başka nodlara bağlandıkça bir sürü yeni pencere açılacak. Korkutucu gelebilir. Ne olursa olsun, istifinizi bozmadan trene binmelisiniz. Başınız dönecek ve kusmak isteyeceksiniz. Yürümeye devam. Bayılırsanız, düşerseniz ya da bir nedenden durursanız bitersiniz. Anlaşıldı mı?”

Siluet göz ucuyla Vejîn’in kafasını eğerek verdiği onayı gördü. Jumjuma Esma’ya döndüğünde o da annesini taklit ederek onayladı.

“Trendeki sistemler Siluet’in asistanlarınıza kurduğu sahte kimlikleri fark edemez ama Münih’te indiğinizde direkt tutuklanacaksınız. Sorun değil, bu Raquel’le planladığımız bir şeydi. Münih mültecilere sınır dışı politikası olmayan nadir şehirlerden.”

Bir süre sessizlik olunca Siluet kontrol etmek için bir bakış attı. Jumjuma anladıklarından emin olmaya çalışıyor gibiydi.

“Güvende olacaksınız ama özgür olmayacaksınız. Mahremiyetiniz de olmayacak. Esbeyinlerinizle her şeye ve herkese bağlı hale geleceksiniz. Sizi sorguya çekecekler ve ardından Neuperlach’daki komplekslerden birine yerleştirecekler. Operasyonları ve tren yolculuğunu sürgünlerin ayarladıklarını söyleseniz yeter. Raquel’in insanları sizi orada bekliyor olacak. Yani, o işi de başkasına kakalamaya çalışmadıysa… Yalan yok, yeni hayatınız hiç de kolay olmayacak.”

“Teşekkürler. Ne olursa olsun buradan iyidir. Ölümden başka bir şey yok burada… Hastalığın alamadığı canı metal alıyor. Tanrılar için hayatlarımızın karınca kadar değeri yok…” diyen kadının sesi titriyordu. Siluet’in dövmeleri anlık yeşil parlamıştı. Dikkatini yeniden kabine verdi ve sistemden yeni gelecek konuk için tam teşekküllü bir tanı alt rutini çalıştırmasını istedi. İsmini ‘bokka’ koyduğu bu konuğun yaş cinsiyet ve diğer demografik verilerini sistemin kendisinin tespit etmesini istedi. ‘Bunun için ağlak anneyle muhatap olacak değilim.’ diye düşündü. Torpor fonksiyonunu da kapattı, metabolizmayı yavaşlatmanın alemi yoktu. Jel hacmini de iki yüz yerine maksimum on kiloluk bir konuğun ihtiyacını karşılayacak şekilde azalttı. Son olarak, jelin fazlası tahliye valflerinden ince ince akarken o Yotta’yı uyandırma komutu verdi ve seslendi “İşlem tamam!”. Yedi dakika sürmüştü.

Jumjuma gülümseyen bir bakış attı ve yeniden kadına döndü: “Yalnız senden bir ricam olacak. Raquel’e iletilecek bir mesaj… Bir daha böyle bir numara çevirirse ipi kesilir, haberi olsun.”

Kadın mahcupça kafasını öne eğdi.

Jumjuma henüz ayılmamış, çıplak vücudu jelimsi sıvı ile kaplı iri yarı Yotta’yı çekerek kabinden çıkardı ve bir ağacın gövdesine yasladı. Ardından annenin endişeli bakışları eşliğinde bebeği kabine yerleştirdiler. Siluet hariç herkesin nefesini tuttuğu birkaç saniyenin ardından kabinin ekranı bebeğin sağlıklı verilerini göstermeye başladığında Siluet hariç herkes derin bir oh çekti. O da bebeğe verdiği ismi ekranda görüp, Münih’teki güvenlik görevlilerinin kayıtlarına o şekilde geçeceğini hayal ederek gülümsedi.

Teşekkürler edildi ve vedalaşıldı. Kaçak yolcular tünele girip kapısını kapattıklarında Yotta ağacın dibinde kendine gelmeye başlamıştı.

Siluet gerinen ve ayılmaya çalışan eden figürün yabancılığını yeni fark etmişti. Kılsız atletik vücudunu saran deri rengi pulların izleri ince işlenmiş tüm gövdeye yayılan bir dövmeyi andırıyordu. Kaşsız kirpiksiz gözlerinin beyazı altın rengi, ortası simsiyahtı. Saçsız, sakalsız sert hatlı yüzünde şaşkınlıktan çok rahatsızlık okunuyordu. Jumjuma’ya döndü.

“Şekerim sanırım elemanla bir konuşman gerekecek.”

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *