İsamov, favori barının konforsuz tahta koltuğunda yedinci birasını içmeye çalışırken, barmenin tepesinde asılı televizyonda oynayan reklam filmi “Dünyayı değiştirin!” diyordu. Bunun sadece onun anlayabileceği gizli bir mesaj olduğu fikriyle kendini eğlendirdikten sonra, paketindeki son sigarayı dudaklarında sıcaklık hissedinceye kadar içti ve geriye kalan filtreyi, izmaritlerden oluşan bir çalıyı andıran küllüğe dikti.
Dünyayı değiştirin… Anlamsızlaştırılan ifadeler silsilesine bir örnek gibiydi onun için. Aynı zamanda, kendisini dünya ve evren için önemli olduğuna ikna etmeye çalışan insanoğlunun müthiş egosunun da bir göstergesiydi. “Doğayı koruyalım” ya da “Dünya’yı yok ediyoruz” diyorlardı. Şirin buldukları canlıların soyları tükenmesin diye uğraşırken aslında hangi canlının daha fazla yaşama hakkına sahip olduğuna karar veriyorlardı. Bakteriler, listenin bayağı gerilerinde olmalıydı. Geleceği görüyorlar, evrene mesajlar yolluyorlar sonra da koca evrende sadece insanlarla ilgilenen o acayip tanrıların sözlerini, mutlak doğrular olarak sunuyorlardı. Nihayetinde, o mutlak doğruların hepsini defalarca yeniden yorumlayıp yeniden anlamlandırıyorlar ve beğenmedikleri anlamlandırmaların sahiplerine savaş açıyorlardı. Dün, evrenin dünyanın etrafında döndüğünü iddia edenlerle, bugün insanoğluna dünyayı kurtarma ya da evreni anlama sorumluluğu yükleyen ve hiçlikten amaç yaratan yüksek egolar arasında hiçbir fark yoktu. Maalesef şu anda İsamov’un yaşadığı varoluş krizinin temelinde yatan ve onu çelişki batağında boğmaya çalışan da aynı egoydu. Can sıkıcı olansa, İsamov bunun farkındaydı ama yine de düşünmeden edemiyordu. Kendini süratle uçuruma doğru ilerleyen bir trenin içinde hayal ediyordu. Yolculardan hiçbiri gelecek felaketin farkında değildi. Zihinleri binbir çeşit ilaçla uyuşturulmuş şekilde kompartıman pencerelerinden, yanından hızla geçtikleri doğa manzaralarını seyre koyulmuşlardı. Yarı uyur sıkılganlıklarında mutluydular ve dar pencerenin izin verdiği kadarını görmenin tadını çıkarıyorlardı.
İsamov, ufku ve yaklaşan o korkunç uçurumu görebilen tek kişi olarak acı çekiyor ve treni durdurma şansının olduğu fikrini kabullenmeye çalışıyordu. “Dünyayı değiştirmek ister misin?” diye sordu kendine. Onu duymuş olmalıydı ki, dövmeli iri barmen anlamaya çalışan bir yüz ifadesiyle baktı. İsamov nerede olduğunu hatırlayınca, birasının yarısını dahi bitirememiş olmasına rağmen konuşmadan el işareti yaparak sekizinciyi sipariş etti. Öylesine bir barın köşesinde birayla sarhoş olmaya çalışan, yedi aydır içmediği sigaraya yeniden başladığı gün iki paket bitiren, iki gündür uyumamış, doğru dürüst bir şey yememiş bir zavallı, kendine “Dünyayı değiştirmeli miyim?” diye soruyordu.
Her geçen saniye binlerce su damlası, barın buzlu camına çarparak intihar ediyordu. Öldükleri anda süzülerek yeryüzüne dönmeye çalışan her on milyon damlanın hazin sonu, gökyüzünde bir ışık patlamasıyla kutlanıyor, barın loş ışıklı atmosferinin doğal bir bileşeni olan beyaz sigara dumanının hüzünlü dansı, ancak bu anlık ışığın altında görünür oluyordu. Dansın tam ortasında gökyüzü gümbürdeyerek içerideki ucuz ses sisteminin cızırdamasına neden oluyordu. İnsanlar bu ani sesten rahatsız oluyor, hemen herkes söyleniyor, bu yağmurda evlerine nasıl döneceklerini tartışıyorlardı. Dışarıda yaşam döngüsünün en önemli, dünyanın en görkemli olaylarından biri gerçekleşiyor ama betondan bir yapının içinde konserve balık gibi sıkışmış primatlar bunu bir sıkıntı olarak görüyordu.
Barda hemen yanında oturan bir delikanlı; bu beton barınak, elektrik, kablosuz internet, kılık-kıyafetle, her birinin var olabilmesi için yüzlerce canlının yok edildiği, İsamov’un sayamayacağı onlarca diğer olanağı bir arada kullanarak dizüstü bilgisayarından internete erişiyor ve sosyal medya profilinden “Su samurlarının hayatını kurtaralım” gibilerinden bir ileti paylaşıyordu. İsamov, o mesajın yayınlanabilmesi için gereken kaynakların elde edilmesinde zarar gören canlıların türlerini ve sayısını bildiren bir yazılım hayal etti. Ardından, çocuğun bu mesajla ne kadar su samurunu kurtardığı bilgisi gerekecekti. Böylece ona, davranışının ne kadar mantıksız olduğunu bilimsel olarak ispatlayabilirdi. Böyle bir yazılım muhtemelen o lanet olası kıyamet günü saatinden çok daha faydalı olurdu.
Her şey, on yedi gün önce hesabına gelen bir e-postayla başlamıştı. E-postada düşük impact’li, bilgisayar bilimleriyle ilgili bir dergide yayımlanmış bir makaleden bahsediliyordu. “Kıyamet Günü Saati” adlı yayın 1947’deki orijinal kıyamet günü saatine pek de kapalı olmayan bir gönderme niteliğindeydi. Orijinal saat hâlâ çalışmaya devam etse de (kıyamete üç dakika falan kalmış olmalıydı) bu çalışmada, yazılım temelli ve sürekli kendini güncelleyen farklı bir saatten söz ediliyordu. Yeni saat özünde bir algoritmaydı ve tasarımında, teknolojinin gelişme hızının insanın empatik kapasitesindeki artış hızından yavaş olduğu varsayımı yatmaktaydı. Empatik kapasite, insanların ne kadar büyük bir toplulukta sorunsuz yaşayabileceklerinin bir göstergesiyken, teknoloji de birbirlerini ne kadar efektif bir şekilde yok edebileceklerinin bir göstergesiydi. Makalede, Fermi paradoksundan da bahsediliyordu. Diyordu ki, “Milyar yıllık yaşı düşünüldüğünde, eğer herhangi bir medeniyet, galaksiyi kolonize edebilecek teknoloji düzeyine ulaşabilecek olsaydı, galaksi çoktan kolonize edilmiş olurdu. Bu durum bize, galaksimizdeki tüm medeniyetlerin belli bir teknolojiye ulaştıktan sonra kendilerini yok ettiklerini göstermektedir.” Özetle yazarlar, insanlığın kendini yok edeceğine ikna olmuştu. Yazılımları bu noktadan yola çıkarak ve güya yeni bilimsel, sosyal ve siyasi gelişmeler ışığında; hem biyoçeşitlilik azalması ya da küresel ısınma gibi çevresel faktörleri hem de nüfus artışı, din-devlet, ırk gibi kavramların ve inanç sistemlerinin toplum üzerindeki etkilerini hesaba katarak kendini güncelliyor, insanlığın sonunun geleceği tarihi kestirmeye çalışıyordu.
Bu e-postanın, genetik mühendisi olan İsamov’a ulaşmış olmasının nedeni ise şöyle açıklanabilirdi; çalışmada, empatik kapasitenin hesaplanmasında kullanılan veriler arasında, İsamov’un çalışmaları sonucunda elde edilen, insan evriminin bireyselci ve işbirlikçi unsurlarının sistematiğiyle ilgilenen freudyen genetiği verileri de yer almaktaydı. İsamov’un “id” ve “süper-ego” genleri adını verdiği genomik ve epigenomik bileşenlere ait veriler, yazarların iddiasına göre yazılımın kodlarına gömülmüştü. Bu çalışmaları yaparken bulgularının pratik bir değeri olabileceğini hiç düşünmemişti. Onun kendine biçtiği görev, insan sosyal evriminin genetik temellerini anlamakla ilişkiliydi. Fakat bu adamlar onun verilerini almış ve tek fonksiyonu kimsenin aldırmadığı bir düzeyde felaket tellallığı yapmak olan bir yazılıma yüklemişti.
Kısa bir araştırmadan sonra İsamov, saatin tam bir saçmalık olduğuna karar vermiş ve kendince konuyu kapatmıştı ya da en azından kapattığını sanmıştı. Sonra kendini dönüp dolaşıp saati kontrol ederken buldu. Tanıdığı akademisyenlerle konuştu ve onlara saatten bahsetti. Onun böyle bir saçmalığı ciddiye alma ihtimalinden dehşete düştüklerini görünce de şakaya vurarak geçiştirdi ama saat, beyninin bir kenarına saplanmış bir kıymık olarak onu rahatsız etmeyi sürdürdü. Belki de içten içe saatin gerçek olmasını istiyordu. Bunu, insanlığın yok olmasından ya da yanlış gördüğü onlarca şeyi bir türlü kabul etmeyenlerin haksız çıkmasından keyif alacağından değil, tahmin edilebilecek bir gelecek fikrinin cazibesinden istiyor olmalıydı. Eğer matematiksel bir model geleceği hesaplayabilirse, o zaman büyük patlamadan beri sürekli artan entropiye isyan ederek ortaya çıkmış canlılığın varlığının farkındaki tek örneği olan insanoğlu, çevresini saran kaos silsilesinde sürekli aradığı bir tutam düzeni bulabilirdi. Hayır. İlgisinin nedeni sadece bu değildi. Başka ve ona özgü olan bir şey de vardı. Makaleyi ilk okuduğunda oluşan, önce bilinçaltının sonsuz dehlizlerinde gizlenerek varlığını hissettirmeyen ve sonra bir virüs gibi tüm hücrelerine yayılarak başka herhangi bir şey düşünmesini engelleyen korkutucu bir fikir... Eğer bu algoritma, insan empatik kapasitesinin bir fonksiyonu ise o zaman saatin gösterdiği değere müdahale edilebilir. Bir şeyler değiştirilebilir. Ben bir şeyleri değiştirebilirim. İnsanlığı kurtarabilirim. Tabii o zamanlar olasılıklar sadece imkânsızken düşünmek kolay ve sonuçlar önemsizdi. Şimdi olasılıklar gerçek olmaya başladığında ise düşünceler işkence, sonuçlar ölümcül olmuştu.
İsamov, takıntılı bir biçimde günlerce saati kontrol etmişti. Saatin bulunduğu internet sitesi, sayfanın tam ortasında yer alan siyah, dikdörtgen bir zemin üzerine yeşil renkteki rakamların gösterildiği dört haneli dijital gösterge dışında boştu. Ne bir reklam ne de bir bağış butonu vardı. Saat günde iki kez, sabah ve akşam GMT 04:03’te güncelleniyordu. İnsanlığın sonunun gelmesine bir baktığında 147 yıl kalmıştı, bir baktığında 133. Saat sayesinde güncel politik gelişmeleri de takip etmeye başlamıştı. Mesela Kalmar İttifakı ilan edildiğinde, saat sert bir şekilde 57’ye inmişti. Bununla beraber, yakaladığı korelasyonların sebep sonuç ilişkisi içerip içermediğini kestirmek mümkün değildi. Algıda seçicilik ve onay önyargısı, beklediği şeyleri görmesine ya da reddettiklerini görmemesine neden oluyor olabilirdi. Saati takip ederek mantığını anlamaya çalışmaktan vazgeçtiğinde, makalenin yazarlarına ulaşmaya karar vermişti.
Yanında oturan yılmaz susamuru hakları savunucusu, iletisiyle yeterli sayıda beğeni toplamasının verdiği haklı gururla dizüstü bilgisayarını toplayıp barı terk etmeye hazırlanırken İsamov saatin dörde geldiğini fark etti. Saat az sonra kendini güncelleyecekti. Acaba on yedi ülkenin aynı anda kabul ettiği, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik yasa, saati etkileyecek miydi? Peki ya Doğu Avrupa ülkelerinin en güncel epigenom haritasını çıkaran ve gündüz saatlerinde internete düşmüş olan çalışmanın verileri algoritmaya eklenecek miydi? Sri Lanka’daki depremin şüphesiz bir etkisi olmalıydı. Ya da hiçbir şeyin etkisi olmayacaktı çünkü saat çok sıkılmış bir dalaverecinin oyunundan ibaretti. İnsanlık asla yok olmayacaktı ve Fermi paradoksunun olası cevaplarından diğeri gerçekti ve galakside yalnızdık. Acı acı gülümsedi, çünkü maalesef saatin gerçek olduğunu, yaratıcısının gücüne şahit olduğu için biliyordu. İsamov, o muazzam gücün gizemli gözlerinin şu an bile üzerinde olduğunu hissetti. Görünmez gözün bakışları duvarları, şapkasını, derisini ve kafatasını delip beynine ulaşıyor, orada ateşlenen binlerce nöronun tüm olası etkileşimlerini analiz ederek düşüncelerini okuyordu. Çıplak ve savunmasızdı.
Saatin aksine, yazarlar gerçek değildi, makale ve dergi de öyle. Kısa bir araştırma isimlerin sahte, derginin uydurma olduğunu ortaya çıkarmıştı. Her şey gereksiz karmaşıklıkta bir şaka ya da hakkında onlarca komplo teorisi üretilen Uluslararası Şirketler Birliği’nin bir oyunu gibiydi. Asıl ilginç olan da bu oyunun sadece onunla ilgili olmasıydı. E-posta, konuyla uzaktan yakından ilişkili kimseye gitmemiş, kimse bu gizemli saatin varlığını duymamıştı. İrtibata geçtiği kişiler saat falan göremiyor, orijinal iletiyi ya da derginin internet sayfasını görüntüleyemiyorlardı. İnsanların vaktini boşa harcamakla, şaklabanlıkla ve yalancılıkla suçlandı. Onlarca telefon görüşmesi ve e-posta trafiğinden sonra bir sabah uyandığında ise her şey kaybolmuştu. Saat, e-posta, dergi, hiçbir şey kalmamıştı. Saatlerce herhangi bir bilgi kırıntısı bulmaya çalıştı ama boşuna. Delirdiğini düşünmeye başlamıştı. Hayal mi görmüştü? Her şeyi kendi yaratmış olabilir miydi? Dışarı çıkmak için fırsat kollayan karanlık düşünceleri kendini böyle göstermiş olabilir miydi? Kendini sorgulayarak geçen iki günün sonunda e-posta yeniden geldi. Derginin, yazarların ve makalenin ismi değişmişti ama içerik aynıydı. Saatin sayfasına ulaşıp 63 sayısını gördüğünde bir rahatlama hissetti. Çünkü ya delirmemişti ve saat gerçekti ya da delüzyon düzeyinde delirmişti ve artık endişelenmeye gerek yoktu. Sayfanın altındaki küçük yazıyı okuduğunda, bu iki seçenekten hangisinin gerçekleşmiş olduğunu bilmiyordu. “İsamov,” diyordu not, “Dünyayı değiştirmek ister misin?”
Yağmur dinmiş, sesler azalmıştı. Duman bile dansından yorulmuş, havada öylece asılı bekliyordu. Bir grup hayvanın, milyon yıllık evrim sonucu bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşan beyinlerinin fonksiyonlarını azaltmak üzere yaptıkları bilinçli ve gönüllü aktivite sona ermek üzereydi. Bazılarından beyinleri, diğerlerinden mideleri, daha şanssız olanlardan ise karaciğerleri bu mantıksız davranışın intikamını alacaktı. Bir sonraki aktivite başlayana kadar pişmanlıklar unutulacak ve yeniden, bu pek de sevmediği barda bardaklar dolmaya başlayacaktı.
İsamov’un hayatı değişmişti. Üniversitedeki itibarlı işinden ayrılmış, uzatmalı sevgilisini terk etmiş, sevmediği akrabalarıyla ve değersiz arkadaşlarıyla görüşmeyi bırakmıştı. Bu sefer saatin varlığını kendine sakladı. Sonuçta saatin ona pek de bilinmeyen takma adıyla seslenmiş olması, tüm hikâyenin onunla alakalı olduğunu ispatlıyordu. İlk güncellemeden sonra saatin altındaki not, yerini bir QR koda bırakmıştı. Telefonuyla tarattığında, kodun bir çeşit talimatlar dizgesi içerdiğini fark etti. Görev listesini inceledi ve istenenleri yapmaya başladı. Her bir emri, kendi muhakeme yetisi olmayan bir kukla misali, sorgulamadan yerine getiriyordu. Kölesi olduğu merak duygusunun ördüğü ipleri, saatin yaratıcısına teslim etmişti. Günlük değişen kodlar onu kimi zaman bir kütüphaneye kimi zaman bir internet sitesine ya da kendi kitaplığında olan bir esere yönlendiriyor, kimi zaman da bir olayın, bir kavga ya da çatışmanın başlamasından hemen önce ya da bitiminden hemen sonra kendini olay yerinde buluyordu. Talimatlara uyup bir bankamatiğin önünde durduğunda bankamatik ona tam da ihtiyacı olacak kadar parayı veriyor, taksi lazım olduğunda hemen önünde bir taksi beliriyordu. Kapalı kilitler anında açılıyor, o trafikteyken kırmızı ışık asla yanmıyor, sahte kimlikler ve yetkili giriş kartları postasına geliyor, toplu taşıma sadece İsamov’un ihtiyacına göre hareket ediyordu. Zamanlama istinasız hep mükemmeldi. Saatin yaratıcısı ona geleceği görebildiğini ispat etmek mi istiyordu? Güç gösterisi mi yapıyordu? İkisi de değildi. Onun bir planı vardı ve İsamov da artık o planın bir parçasıydı.
İsamov’dan; Pyotr Kropotkin’in “Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü” kitabının bir pasajını okumasını, Hugo Mercier ve Dan Sperber tarafından öne sürülen bir kuramı incelemesini, genom düzenleme aracının virüslerle kombine kullanımını anlatan bir makaleyi okumasını, bir genetik mühendislik merkezini ziyaret edip bazı notlar almasını ve heyecanlı bir köşe yazarıyla tanışıp, kirasını ödemesine yardım etmesini istemişti. Ardından, görevler daha tehlikeli hale gelmişti. İsamov, bir deney hayvanları laboratuvarına gizlice girip devam etmekte olan bir deneyi sabote etmiş, tekin olmayan bir mahalledeki boş bir eve içeriğini bilmediği bazı kutuları bırakmış, lüks bir apartman dairesinin sularını kesmişti. Yaratıcı onunla konuşmuyordu ama bir şekilde tüm isteklerini mükemmel bir netlikle kimi zaman görüntüler kimi zaman sesler kullanarak anlatıyor, İsamov da tüm emirleri itiraz etmeden yerine getiriyordu. Önceleri bu itaatkârlığının altında, korkudan çok şaşkınlık ve merak vardı. Korku sonradan geldi.
Bulmacanın parçaları yerine oturduğunda ve İsamov nihai amacı ilk kez tam olarak gördüğünde, bu kadar açık bir şeyi daha önce fark edemediği için kendine kızmıştı. Uykularını kaçıran, onu yemeden içmeden kesen bu korkunç gerçek, insanlığı kurtarmanın yolunu anlatıyordu ve bu yol mutlak bir yıkımdan geçiyordu.
***
Uyandı. Nedense ayık ve dinç hissediyordu. Ortalığı temizleyen kibar barmenin kovmaya kıyamadığı iki müşterisi dışında İsamov’un favori barı bomboştu. Açılan pencereden içeri hücum eden buz gibi havanın yorgun dumanı kovduğu barda bir tek, pis zeminde aheste gezinen süpürgenin ritmik ve ahenksiz şarkısı duyuluyordu. İnatla doğmaya çalışan güneşten kopup yüz elli milyon kilometre yol kat eden cesur fotonlar, geceki yağmurdan kalma ıslak sokakların yansıtıcı yüzeyinden sekerek barın kendine özgü loş ortamını yok etmek üzere saldırıyor ama önemli bir kısmı İsamov’un gözlerine girerek amaçlarına ulaşamadan tüm enerjilerini tüketiyordu. İki müşteriden ilki, on yıl içinde Nobel’e aday olma hayalleri iki haftada yerle bir olan, elli küsur h indeksli, önemli dergilerde yüz küsur yayın yapmış, binlerce atıf almış bir profesör, diğer ise onu zaten hiç sevmemiş olan eşinden geçen ay boşanmış, işini kaybetmiş, çocuklarının, alkol probleminden dolayı görmek istemediği yaşlı bir zavallıydı. Profesör, kafasını muazzam bir çabayla kaldırdıktan sonra dönüp, bilinci gelip giden zavallıya seslendi.
-İnsanlığı kurtarmanın yolu, onu yok etmekten geçer.
Adam hiçbir dilde anlamı olmayan birkaç sözcük homurdandı ama beriki onun “Neden?” diye sorduğuna kanaat getirip devam etti.
-Anlaması çok da zor değil. Akıl yürütmenin tartışmacı teorisine göre, mantık, tartışmak için evrilmiş bir özelliktir ve bu, insanlardaki onay önyargısının yaygınlığının nedenini açıklar. İnsan, inandığı şeyleri destekleyen kanıtları mantıklı bulma eğilimindedir çünkü inandığını savunmak için tartışmak, zekânın evriminin içsel bir bileşenidir.
Adam bir kez daha homurdandı ve dibindeki son damla saatler önce kurumuş olan şarap şişesini kafasına dikti. Ağzına denk getiremeyince de şişe elinden kaydı ve barmenin küfüründen saniyeler önce zeminle buluşup ciddi bir entropi artışı yaşadı.
-Tepkini anlıyorum. Bu nasıl bir seçilim avantajı sağlayabilir ki, diye soruyorsun.
Adam, profesörün yüzüne boş boş baktı ve sadece geğirdi.
-Cevap; sosyalleşme. İşbirliği her zaman insan sosyal evriminin en önemli unsurlarından biri olmuştur. Evrim her zaman seçilim gerektirir. Nasıl bireyler seçilmek için çaba gösteriyorsa, işbirliğinin temel bileşeni olan sosyal platformlar da aynı çabayı insanlar üzerinden gösterir. İşte bütün inanç sistemlerinin ortaya çıkışının temel nedeni de budur. İnsanlar tarafından yaratılan dinler, ırklar, devletler, hayran toplulukları hep seçilesi bir sosyal platform alternatifi sunmak için vardır. Doğal seçilim ilkelerinin işleyebilmesi için de bu platformlar aralarında mücadele etmeye ve birbirlerini elemeye mecburdur. O yüzden insanlar inançları uğruna amaçsızca tartışmaya, kendi fikirlerini başkalarına kabul ettirmeye çalışmaya devam ederler. Hatta kendilerini ait hissettikleri inanç sisteminin seçilim şansını artırmak için savaşırlar ve ölürler. Zaten bir seçilim avantajı sağlamasa, bir bireyin kendini feda etmesine neden olabilecek bir genetik özellik taşıması mümkün olmazdı. Bu da bilişsel çelişki kuramının evrimsel temelini açıklıyor zaten.
Zavallı adam, İsamov’un suratına bir süre daha ifadesizce baktıktan sonra bunları dinlemek yerine, az önce bütüncül varlığı sona ermiş olan değerli şişesinin peşinden gitmek istediğine karar verdi. Dengesizce hareket ettirdiği poposu bar taburesinin üzerinden hafifçe kayarken pişman olduğunda artık çok geçti ve o da kütle çekiminin azizliğine uğrayarak barın zeminiyle buluştu. O sırada, artık yaşam tercihlerini sorgulama aşamasına geçmiş olan barmen, son anda bir zamanlar şarap şişesi olan cam kırıklarını taşıyan faraşı geriye çekerek, yaşlı adamın, sevgilisinin kalıntılarıyla acı dolu bir birleşme yaşamasını engelledi.
-Tamam tamam, sadede geliyorum. İşte sıkıntı, bütün sosyal platformların insanları bölmesi ve tüm insanlığın kendini tek bir bütün olarak görmesini engellemesi. Herkesi kucaklamak yerine, kendimizi daracık odalara hapsedip başka odalardakilerden nefret etmeye çalışıyoruz. Bunun ne kadar verimsiz bir sistem olduğunu düşünebiliyor musun? İnsanlığın toplam enerjisinin önemli bir kısmı, hiçbir şekilde bir yere ulaşmayacağı belli olan ve yalnızca böyle evrildiğimiz için vermeye devam ettiğimiz mücadeleler için harcanıyor. Yani aslında yapılması gereken, geriye sadece insanlık kalana kadar tüm alternatif platformları yok etmek.
Barmen, yaşlı adamı düştüğü yerden kaldırmaya çalışırken İsamov’dan istediği yardım cevapsız kaldı. Bugün onun bu barda çalıştığı son gün olacaktı. Barda, geleceğine yönelik ciddi bir karar alma arifesinde olan diğer kişi ise bir zamanlar üzerinde bir zavallının oturduğu tabureyle olan konuşmasına devam ediyordu.
-Empatiyi baskılayan bilişsel sistem genlerinin çoğunun freudyen genetiğine göre, ide ait olduklarını görüyoruz. Şiddet eğilimi, koşulsuz inanç, ataerkil yönelimler ve daha pek çok parametre doğrudan id genleriyle ilişkilendirilebilir. Düşünsene, bunların hepsini ortadan kaldırabiliriz!
İsamov, akıcı ve anlaşılır bir şekilde konuştuğunu düşünürken, karşısındakinin, dünyanın en kötü şarkısını andıran mırıldanmalarından sıkılan barmen ondan barı terk etmesini istedi. İsamov, karşı tarafın “İyi de nasıl kurtulacağız bu genlerden?” gibi bir şey sorduğunu varsayarak konuşmasına devam etti. Bu yeni arkadaş neredeyse tabure kadar iyi bir dinleyiciydi.
-Nasıl mı? İlk başta doğal olarak genom düzenleme araçlarını düşündüm. Şüphesiz, önce insana yakın primatlarda test etmek lazım. Sonuçta tüm epigenomu bildiğimizi iddia etmek gerçekçi olmaz. Ön çalışmalar tamamlandıktan sonra, yani hangi gene nasıl müdahale edileceği kesinleştikten sonra insanlar üzerinde deneme yapmak lazım. O da tamamlanınca bir şekilde bunu tüm popülasyona yaymak gerekecek tabii. İnsanların kendi arzularıyla böyle bir değişimi kabul edeceklerini düşünmek de aptallık olur. İd tarafından kontrol edilen bir toplumu mantık yoluyla ikna edemeyeceğime göre yapmam gereken, gizlice müdahale etmek...
Yaşlı adamın taksiye bindirilme töreni tamamlandıktan sonra yılgın barmen hâlâ barda oturan deli adamla daha fazla uğraşmak istemediğine karar verip kendisini en yakın koltuğa bıraktı. Horlamaya başladığında İsamov ona doğru döndü.
-Bence de mümkün değil. Eninde sonunda birileri müdahaleyi fark edip beni durduracaktır. O zaman geriye tek bir yol kalıyor; standart bir epigenom modeli belirleyip, uyumsuz bireyleri sistematik olarak ortadan kaldırmak. Tek seferde olmaz tabii ama ardışık döngülerle mümkün. Her bir döngüde standart modeli güncellemek lazım. Virüs temelli bir yayma kullanmak gerekecek. Muhtemelen aynı anda çalışan binlerce merkeze ihtiyaç olacak ve muhtemelen yüzlerce yıl sürecek. Gene de mümkün.
Aniden ayağa kalktı ve barın kapısına yöneldi. Başı ağrıyor, karnı gurulduyor, midesi bulanıyordu ve kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Bir ateist olarak daha büyük bir güce teslim olmuş olmanın huzurunu ilk kez yaşıyordu. O büyük gücün kılavuzluğunda dünyayı değiştirecek, bu yeni tanrının sessiz peygamberi olacaktı.
Kapının önüne çıktığında nemli hava burnunun ucunu dondururken, “Yani cevabım evet” dedi kendi kendine… “Dünyayı değiştirmek isterim.” Anında cep telefonunun ışığı yandı ve belirsiz geleceğin olasılıksız umudunu müjdeleyen titreşimler, saniyede üç yüz kırk metre hızla kulağına koşup, beyninin mesaj geldiğini anlatan sesi tanımasını sağladı.
Son
🥰
Elinize sağlık olsun hocam 🌷
Teşekkürler 🙂