Bölüm III

Tuna nehrinin her iki yakasına uzanan soya fasulyesi tarlaları, içinde yan yana dizilmiş insansız metal makinaların yarışan yelkenliler misali hızla yüzdükleri yeşilden bir denizdi. Bunların devasa altıgen prizma makaraları önüne kattığını yutarken, görünmeyen bıçakları yaprak ve dalları kesiyor, bantlar ise ayıklanmış fasulye tanelerini depolarına taşıyordu. Bir düzine hasat makinasından biri beklenmedik yükü nedeniyle diğerlerinin birkaç metre gerisinde kalmış, yetişmek için çaba gösteriyordu. Yolcu taşımaya alışkın olmayan bu araç günlük programından saptığının farkındaydı da ama bir şey onun hata raporu yaratmasına engel oluyordu.

Üçlü ve mühimmatları hasat makinasının arka kaportasına yerleşmişti. “Dur bakayım doğru anlamış mıyım?” dedi Yotta ve ekledi: “Anlaşmanın şartlarında olmamasına rağmen, sana yalan söylenmiş olmasına rağmen, sana ait olmayan bir şeyi doğru düzgün tanımadığın iki sürgüne verdin.” Monoton sesindeki ciddiyeti maalesef bir yandan vücudundaki jeli, kendini temizleyen bir kedi gibi yalayarak tüketiyor olmasından dolayı istediği etkiyi yaratamıyordu.

Yotta’nın çatışma kipindeki asistanının ekranından incelediği iki kadından uzun boylu ve yapılı olan yüksek tehdit düzeyiyle işaretlenmiş Jumjuma, doğrudan gözlerinin içine bakarken sessizdi. Kadının tüm gövdesini kaplayan grimsi yeşil kamuflaj desenli, poliüretan üre elastomer çatışma zırhının tek eksik parçası koltuk altında tuttuğu, vizörünün dış yüzeyinin sağ tarafına beyaz yarım kuru kafa deseni işlenmiş kaskıydı. Onun sessizliğinin aksine hemen yanında bağdaş kurmuş şekilde oturan beriki Yotta biyojeli yemeye başladığından beri kıkırdıyordu ve Yotta’nın sorusuna beklemeden cevap vermişti: “Valla çok da doğru anlamışsın, aferin!”

Kendine Siluet diyen kadının tehdit düzeyi taktik ekranında “belirlenemedi” olarak ifade edilmişti. Çatışmanın siber cephesinde mücadele eden destecilere geldiğinde taktik yazılımların düşmanın etki gücünü tahmin etmekte pek başarılı olmadığını hatırlıyordu ama ufak tefek kızı tahdit olarak değerlendirebilmek çok zordu. Siyah renkli kalın pantolon ve gömleği Yotta’nın fonksiyonel mi dekoratif mi olduğunu anlayamadığı, bir taraftan çıkıp diğer tarafa giren fosforlu renklerde sıvıların aktığı elastik kanallar, alt alta sıra sıra dizilmiş, salınıp duran, gümüşi parlayan incecik zincirler, asimetrik dağılmış renkli boncuklar ve püsküller ile bezeliydi. Görsel uyaranların kalabalığı yetmezmiş gibi kızın en ufak hareketi kıyafetindeki dekorların şıngırdama, şakırdama ve tıngırdamasına neden oluyordu. Yotta, Jumjuma’nın kamuflajını anlamsız kılan bu kaotik renk ve ses cümbüşünün çatışma alanı için taktik bir felaket olduğunu ve ancak düşmana hücum ederken dikkat dağıtıcı bir etken olarak kullanılabileceğini düşündü. Neyse ki destecilerin çatışma alanında bulunması gerekmiyordu.

Nihayet: “Kabinin parasını ödemen gerekecek tabi.” dedi Jumjuma’ya.

Jumjuma konuşmadan kabul ettiğini belli eder şekilde kafasını salladı.

“Ayrıca hata yaptığını düşünüyorum kumandan. Raquel’e karşı zayıflık göstermişiz.” diye ekledi Yotta parmağının ucundaki jelleri emerken.

“Aynen! Di mi ya… Resmen Allah’ın sürgününün orospusu olduk!” dedi araya atlayan Siluet.

Jumjuma cevap vermek üzere Siluet’e dönmüştü ki Yotta “Bücür haklı” deyiverdi.

Jumjuma’nın gözleri bir anda fal taşı gibi açılmıştı. Yotta takım liderinin emrindekilerin yorumlarına şaşırdığını, belki de kızdığını düşündü ama hemen fark etti ki gözlerinden alev fışkıran diğeriydi. Kolunda gevşek bir bobin gibi sarılmış dövmeleri kan rengiyle parlarken kız “Sen bana ne dedin?” diye sordu bağırarak.

Yotta: “Bücür dedim.” diye açıkladı bir saniye düşündükten sonra. “Ufak tefek, kısa, bodur demek” diye de tamamladı olası bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için. Tam bir de soru soracaktı ki aniden hemen arkasında beliren bir ses onu yakalayıverdi. Hızla dönüp belinden çektiği tabancasını sesin olması gereken kaynağına nişanlamaya çalıştı. Kimse yoktu. Geçen iki saniye içinde ses hızla yükselmiş başka herhangi bir şey duymasını engelleyecek kadar şiddetli hale gelmişti. Çalgılar, ritm ve solist vardı ama anlık birliktelikleri bildiği hiçbir müziğe benzemiyordu. Baslar vurduğunda gözleri sulanıyor tizler çarptığında kafasının içi patlayacak gibi oluyordu. Yeniden takımına döndüğünde Jumjuma’nın şimdi yanına kadar geldiği Siluet’e bir şeyler söylediğini gördü. İçgüdüsel olarak silahı onlara doğru yöneltmeye çalıştı. Görüşü kararırken asistanının taktik ekranı titriyor, semboller bulanıklaşıyordu. Son bir gücünü toplayıp tetiğe dokunuyordu ki ses geldiği gibi aniden yok oldu. Oluşan boşlukta Yotta dengesini kaybetti ve sırt üstü yere yığıldı. Jumjuma hemen üstüne doğru uzandı ve kalkmasına yardım etti: “İnsanların fiziksel özellikleriyle dalga geçmemelisin” dedi. Yotta kadının şakaya vurmaya çalışan cümlesinde gizli bir tedirginlik sezdi.

Ayağa kalkarken öfkeli değildi, büyülenmişti. “Benim… Bariyerim vardı, nasıl?” diye sordu. Destelendiğini anlamıştı. Siluet’in dövmeleri sönmüş olsa da yüzü hala kıpkırmızıydı. Biraz düşününce karşıdakinin bücür lafına bozulduğuna kanaat getirdi. Napolyon kompleksi, suiistimal edilebilir bir zayıflık diye düşündü ve hızlıca zeytin dalı uzattı: “Ben… Dalga geçmek istemedim. Alınacağını bilmiyordum, öznel bir tanımlama yapmaya çalıştım, kusura bakma.” diye devam etti.

Siluet Jumjuma’ya bir bakış attı ve yeniden Yotta’ya döndü: “Artık biliyorsun. Köprü, su, vesaire…” biraz durduktan sonra bağdaş kurar pozisyonda otururken “Bariyeri varmış… Sen ciddi misin? Dandik şekerim bariyerin, gerçek bir çatışmada dua etsen daha çok korur. Ayrıca kulakların defansı hep zayıftır.” dedi. Şimdi daha sakinlemiş gibi duruyordu. Hazırlıksız yakalandığı için kendine kızdı ama bu saldırı sanal eğitim programlarında gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Bir daha olmayacaktı. An için müttefiki olan bu ikiliden olası bir ihtilaf durumunda öncelenmesi gereken tehdit unsurunun Siluet olduğuna karar verdi. Jumjuma’nın da bu desteciye düşkünlüğü var gibiydi. ‘Desteciyi ölümcül şekilde yarala, gardı inen lideri vur, desteciyi öldür.’

“Daha önce gerçek bir desteciyle karşılaşmamıştım.” dedi sakince. Bu sefer gözlerin olabildiğine açılma sırası Siluet’teydi. “Ne?” dedi, Jumjuma’ya döndü ve “Daha önce çalıştık dedin, süper bir dozer dedin…” diye ekledi.

“Doğuştan asker dedim ve evet bir kez birlikte çalıştık” dedi Jumjuma arkası dönük. Şimdi oturduğu yere geri dönmüş kutusundan çıkardığı bir tüfeği çıkartıp kontrol ediyordu. Yotta da jelin kalan son damlalarını yalamakla meşguldü.

Siluet seslice: “Sıçtık. Hakikaten öleceğiz.” dedi. Yotta bu karamsar sonucuna ulaşırken Siluet’in hangi taktik yazılımla nasıl bir analiz yaptığını anlayamamıştı. Sormak istedi ama içinden bir ses onu durdurdu.

“Herif hayatında desteci görmemiş. Resmen elemanın bekaretini bozdum farkında mısın?” dedi Siluet Jumjuma Yotta’ya elindeki silahı uzatırken.

Yotta bir nevi tecrübesizlik eleştirisi olarak yorumladığı ifadeye cevap vermek üzere ağzını açmıştı ki Jumjuma Siluet’e “Sakin ol, problem yok. Bak…” dedi. Siluet devam etmesine izin vermedi ve Yotta’ya dönüp: “Nasıl desteci görmezsin ya sen kaç senedir piyasadasın?”

“İki” dedi Yotta ciddi bir ses tonuyla.

“İki?” dedi Siluet parmaklarıyla da göstererek. “Yok arkadaş ben harbi koptum. Herifin tipine bakıyorum, veteran pro. Diyor ki daha sünnet olmadım. Ne ayaksın sen birader?”

Yotta yeniden ağzını açmıştı ki bu sefer araya giren Jumjuma oldu.

“Savaşmak için yaratıldı. Tecrübesi önemli değil. Ayrıca kral bir destecinin himayesinde olacak, endişelenecek bir şey yok.” dedi Jumjuma. Yotta’ya da belli belirsiz bir bakış atmıştı. Kadının kendisiyle ilgili diğer detayları atlamış olmasına şaşırmıştı. Belki de Siluet’e güvenmiyordu. Yorum yapmadan silahı eline aldı.

Siluet oflayarak yerine geri dönüştü. Olası başarısızlıklarına vurgu yapan söylenmelere devam ediyordu ama Yotta onu dinlemedi. Onun yerine elindeki tüfeğe odaklanmıştı. Tüfek, yanlıştı. Taktisyenin detaylarını döktüğü toprak rengi hafif silah, SIG MMX Naja; KeyMod el koruyuculu, teleskopik dipçikli, düşük kalibre, kısa namlulu yarı otomatik bir saldırı tüfeğiydi. Sol tarafta bir tuşa basıp şarjörü eline düşürdü. Otuz adet sesaltı HEMI (human electro-muscular incapacitation) mermi taşıyordu.

“Bu hazırladığım teçhizat temin formunun teknik şartnamesine uygun değil.” dedi Yotta.

“Ne?” dedi Jumjuma, “Tüfeği beğenmedin mi?”

“Hayır kumandan, beğenmedim. Bu tüfek yakın mesafe çatışmaları için tasarlanmış. Bense 6.8mm’lik uzun namlulu bir saldırı tüfeği talep etmiştim. Dilekçemi almadın mı?”

Siluet kıkırdadı. Jumjuma’nın tek kaşı havada ama ciddiydi. “Burası askeriye değil. Bana kumandan demeyi de kesebilirsin. Silah bu görev için yeterli.”

“Brifing dosyasındaki haritayı inceledim. Görevin çoğunda açık arazide yayan ilerliyor olacağız. Uzun mesafe saldırı çözümlerine ihtiyacımız var

“Ne çözümü? Kime karşı? Bu bölgede çatışma ihtimalimiz yok gibi bir şey.”

“Yok gibi demek var demek, değil mi? Hazırlıklı olmak önemlidir. Mobil çatışma platformlarına ve savaş dronlara karşı da silah ve mühimmat talep etmiştin aslında.”

Siluet ses çıkartmadan ağzını vaov diyecek şekilde oynattı. Yotta yanlış bir şeyler söylemiş olabileceğini hissetmişti.

Jumjuma kaskını yavaşça yere bıraktı. “Hadi biraz konuşalım. Bu işler öyle olmuyor canım. Tank gibi dolaşamayız etrafta. Tehdit indeksini bilir misin?”

“Ha, hayır?”

“Jüpiter’in seni öldürme olasılığı gösterir.” dedi Jumjuma.

“Yani, insenerasyon ihtimalini bilebilir miyiz? O zaman kendimizi koruya da biliriz.” dedi Yotta heyecanla.

Jumjuma’dan önce üzerine oturduğu platformda ayaklarını sallayan Siluet yanıtlamıştı:

“Öyle bişey yok koca oğlan. İhtimalini düşürebilirsin. Onun dışında kimse Jüpiter’in ne yapacağını ön göremez.”

“Doğru. İşte bu nedenle çapulcular hafif donanımlıdır. Çünkü ağır teçhizat; araçlar, sentetikler, silahlar, esbeyin modifikasyonları ve hatta transgenik implantlar, tehdit indeksini yükseltir.”

“Ben hiç böyle bir şey duymamıştım. Ne brifingde vardı ne de netteki kursta.”

“Bak sadece bir posta gönderdim, brifing falan değildi o… Ayrıca kurs derken?” dedi, Jumjuma. Kafası ve eliyle soru işareti yapmıştı.

“On günde çapullama kursu, yirmi interaktif deneyimden oluşan bir set, ben sekiz günde tamamladım. Süperstar olarak…” dedi Yotta, gururla.

Jumjuma şaşkın bakarken Siluet kahkahayı patlattı, kolundaki dövmeler saman sarısı yanıyordu “Oğlum fena silkelemişler seni. Öyle saçma şey mi olur. Onu bunu bırak da şekerim, senin tehdit indeksin zaten sınırda. Yani ben senin yerinde olsam muştayla falan takılırdım.”

“Sen de mi görebiliyorsun? Kumandan, benimle de paylaşır mısın bu yazılımı?”

“Hayır, asker. Vaktin gelince görürsün, önce şu görevdeki performansını bir görelim.” Yotta iç güdüsel olarak ‘emredersiniz’ diyemeden araya giren Siluet “Önce mezun olacaksın dağ parçası.” dedi. Bu diyalogdan keyif alıyor gibiydi.

“Kararlarımı sorgulamanız bittiyse artık görevden konuşabilir miyiz?”

Siluet omuz silkti ve Yotta “Tabi ki, kumandan” dedi.

Jumjuma bir iç çekti.

“An itibariyle kapalı devreyiz. Bir bit veri kaçağı istemiyorum.” dedi Siluet’e bakarak. Siluet Yotta’nın kinayeli olduğundan şüphelendiği bir asker selamı ile karşılık vermişti.

“Ve hayalet kodlarınıza ihtiyacım olacak.”

Siluet hemen Yotta’ya döndü. Yotta da itiraz etmek için oturduğu yerde hafifçe yükseldi, ama ağzından onun yerine “Emredersiniz” döküldü. Jumjuma’nın asistanına dolayısıyla da siberbeynine erişmesinden mutlu değildi ama kendini tartışabilecek bir pozisyonda hissetmiyordu. Kodunu gönderirken yine de bir şansını denedi.

“Biz de sizin kodunuzu alabilir miyiz?”

Yotta’nın fark edemediği bir aralıkta sakız çiğnemeye başlamış olan Siluet iki kaşı havada pembe çikleti şişirirken Jumjuma’dan çok net bir “Tabi ki, hayır.” duyuldu. Hayalet kodları işleme konduğu için ses kafalarının içinde yankılanmıştı. Jumjuma onların sensoryumuna erişebiliyordu. Gördükleri, duydukları ve hissettikleri ortaktı. Yotta transfer anını, kadının vücut dilinde nasıl bir değişime neden olacağını yakalamaya çalıştı. Kılı kıpırdamamıştı. Ne bir oryantasyon kaybı ne de istemsiz bir irkilme vardı.

“İyi çalışıyor gibi görünüyor. Yotta, şimdilik taktisyenini kapatıyorum, ihtiyaç yok” dedi. Yotta ağız büktü.

“Hadi bakalım” dedi Jumjuma ellerini ovuştururken.

Yotta’nın gözlerinin önünde askeri bir üssün planı belirdi.

“Bu gördüğünüz Laupheim hava üssü. Birlik üyelerinden Textron’a ait. Üs, ana görevi lojistik ve istihbarat olan Bell-64 helikopter filosuna ev sahipliği yapmakta.”  Jumjuma anlatırken, personel ve teçhizata dair veriler gözünün önüne dökülüyordu. Asker, taret, robot ve tank sayıları Yotta’nın gözlerini büyütmüştü. Murahip görevi olmayan bir filonun yüzlerce askeri ve envaı çeşit savunma çözümü olması beklendik değildi. Belki de onun aşina olmadığı modern savaşlarda stratejik yaklaşım değişmişti. Jumjuma sayılara şaşırmış gibi davranmıyordu. Sessiz kalmaya karar verdi.

“Lütfen. Buraya dalmayacağız de.” Dedi Siluet, çikletiyle yaptığı balonu patlatmak için duraksamıştı.

“Normal koşullarda intihar olurdu. Bizim için bile… Fakat neyse ki üs bir süredir taşınıyor ve sabah beş sularında son askeri birlik üssü terk etti.”

Görüşündeki, sayılar azalarak iskelet personel, on iki güvenlik, bir robot, ana girişte bir taret ve bir uçaksavar bataryaya dönüştü.

“KNDS ayaklısı bende” dedi Siluet, kast ettiği birlik şirketi KNDS tarafından üretilen Pardus altı ayaklı güvenlik robotuydu.

“Tahminimce ona bile ihtiyaç olamayacak. Birlik açısından üste korumaya değer bir şey kalmamış olmalı. Normalde öncelikli teçhizat ve doküman ilk taşınır. Bence tasarruf için kapatılmış ekipman, maaşlı sivilden bozma güvenlikler ve zavallı kravatlılar dışında bir tehdit unsuruyla karşılaşmayacağız.”

“Peki ya Titan?” diye sordu Yotta.

İkili önce birbirine sonra ona şaşkın gözlerle baktı.

“İnsanlar insanlarla savaşır, tanrılar tanrılarla…” diye yanıtladı Jumjuma sonunda. Ses tonundan bunu zaten bilmesi gerektiğini çıkardı. “Neyse ki şanslı günündesin çaylak, perimetreden geçeceğiz. Tanrılara bir bakış atma şansın olacak.”

“Ay, cidden mi? Ben, nefret.” dedi Siluet, kolundaki dövmeleri yosun yeşili parlayıp mavimsi bir fuşyayla sönmüştü.

Jumjuma oralı olmadan devam etti. “Bak bu da yeni bir ders, asker. Jüpiter’i ve Titan’ı unut. Buralarda tehdit indeksini düşük tutmak dışında yapabileceğin hiçbir şey yok.”

“Dua edebilirsin.” dedi Siluet yüzünde genişçe sırıtarak. Yotta onu duyacak bir tanrı varsa ancak Titan olabileceğini düşündü ama bunu paylaşmak yerine “Bir soru kumandan. Bu istihbaratı nasıl elde ettin?” diye sordu.

“Arazideki gözler ve kulaklardan. Sürgünlerle iyi geçinmenin avantajları vardır asker. Raquel ile iyi geçinmenin…”

Yotta istihbaratın önemini çok iyi biliyordu. Ordusuz bir asker olduğundan elinden gelenin en iyisi tıpkı bu çapulcular gibi bağlantılar kurarak lojistik ve haber-alma destek mekanizmalarını geliştirmekti.

“Peki, taşınmanın nedeni neymiş?” diye sordu Yotta. Jumjuma’nın yüzü düştü, sorudan rahatsız olmuş gibiydi.

“Kim bilir? Haftalardır devam ediyor. Jüpiter’in işleri. Hikmetinden sual olunmaz.” dedi Jumjuma gözleri yeri süpürürken. Yotta’nın kulağına bu ifade bir garip gelmişti.

“Neyse… Devam edelim isterseniz. Görevimiz bunlardan birini araklamak” dedi Jumjuma. Yotta’nın görüşünde antika sayılabilecek bir Bell 360 Invictus’un şeması teknik özellikleriyle birlikte belirdi.

“Üs kapatılmadan önce demirbaştan düşülecek eski model dört keşif ve istihbarat helikopteri var. Bunlar türünün son örneklerinden. Bizim içinse bulunmaz nimet. Silahsızlar, Jüpiter’in IFF kodlarını taşıyorlar ve yakıt ikmalsiz uzun mesafe uçabiliyorlar.”

“Ve kimse bunların peşinden koşmaya kasmaz.” diye ekledi Yotta.

“Aynen öyle. Sessizce gireceğiz. Kopterlerden birini araklayacağız ve çıkacağız. Adriyatik koridorundan Akdeniz, oradan da Ege. Çatışma yok, cinayet yok. Sigorta şirketleri zararı kapatır, sürgünler saldırıyı üstlenir, Textron’un umurunda olmaz.”

“Kulağa güzel geliyor.” dedi Yotta.

“Gerçek olmayacak kadar güzel? Bu hurdanın çalışacağını nereden biliyorsun mesela?” dedi Siluet.

“Gözler ve kulaklar sevgili Siluet. Bir tanesi en son bu sabah rutin kontrolde çalıştırılmış. Altı saat önce. Bugün öğleden sonra Berlin’de bir müzeye uçması planlanıyor. Onun yerine bizimle Ege’ye uçacak.”

“Ya dirençle karşılaşırsak?” diye sordu Yotta.

“Korkutma ve ölümcül olmayan güç… Hiçbir sözleşmeli eski bir kopter için hayatını riske atmaz.”

“Kuman… Yotta, peki benim kabinim ne olacak?

“Üstün bir kumanya ve tıbbi ekipman deposu var” dedi Jumjuma gözlerinin önünde büyük bir ambar yükselirken. “A planı senin gereksinimini karşılayabilecek bir torpor kabini bulmak, Birlik yönergelerine göre bu ölçekteki filo üslerinin en az on tıbbi torpor kabini bulundurması gerekiyor. Diyelim ki bulamadık, B planı ise idare edecek kumanyayı yanımıza almak.”

“Kabin buluruz bulmasına da bana uyacağını sanmıyorum.” dedi Yotta.

“O iş de bende, şekerler.” dedi Siluet, parmaklarıyla bir şey tuşluyormuş gibi yaparak.

“Sıkıntı yazılımsal değil donanımsal olacak Siluet. Standart askeri torpor kabinlerinin yaşam destek üniteleri benim ihtiyacımı karşılayamaz.”

“Aza kanaat etmeyen çoğu hiç bulamaz Shaqcığım.” dedi Siluet, Yotta göndermeyi anlamamıştı.

Jumjuma Yotta’ya “Kabini kullanamayabiliriz, doğru. O nedenle olabildiğince enerji tasarrufu yapmanı öneriyorum. Yine standart operasyon koşullarında, performans kaybı olmadan kırk sekiz saate kadar falan aktif kalabiliyor olman lazım, değil mi?”

“Evet kumandan, yaklaşık kırk dört saatim kaldı.”

“Hadi bu süreyi en iyi şekilde kullanmaya bakalım. Gerekirse tasarruflu bir kipe geçersin. Eğer her şey planladığımız gibi giderse…”

“Ki hiçbir zaman gitmez.” diye kısık sesle araya girdi Siluet.

“…senin uyku vaktin gelmeden Paris’e dönmüş oluruz.”

***

İnsansız Lupheim kasabasının ortasından yükselerek çevresindeki tüm yapıları gölgesinde bırakan siyahlı kül grisi kule kilometrelerce uzaktan görülebiliyordu. Bu üç yüz metrelik kapalı silindirin üzerinde yer yer farklı büyüklüklerde, üzerlerinde yabancı bir takım cihaz ve aksamın konuşlandırıldığı küp, üçgen ya da dikdörtgen prizma balkonlar vardı. Farklı renklerde bir sürü kablo ve boru bu balkonlardan uzayarak silindiri sarıyor, başka kaynaktan yayılanlarla kesişerek farklı boyutlarda baklavalardan bir desenle süslüyordu. Kapısı, penceresi, merdiveni ya da insana tanıdık gelebilecek herhangi gibi inşaat bileşeni olmayan kulede ne bir yazı ne bir sembol ne de bir işaret göre çarpıyordu. Bir Güney Almanya kentinin beyaz duvarlı, dik kiremit çatılı, eski moda evlerinin ortasına uzaydan düşmüş ve saplanmış gibiydi.

“Hala hareket yok mu?” diye sordu Jumjuma, Siluet ile birlikte su kulesinin ayağında bir şeyler atıştırıyorlardı. Ses ise Yotta’nın kafasının içindeydi.

Yotta sorunun gerçek olmadığını anlamıştı. Onun gördüğü her şeyi eş zamanlı gören Jumjuma, gözlerini üsten ayırdığı için onu kibarca uyarıyordu. Bu dördüncü uyarıydı, üçüncüde anlamıştı. Bakışlarını sola, güneyde kalan üsse döndürüp görüntüyü yaklaştırarak yüzüncü kez taradı. Kimsecikler yoktu. Bir kımıltı da yoktu. Bir ayaklı, namluları kapıya dönük, ardına kadar açık giriş kapısının hemen arkasında hareketsiz duruyordu. Apartman komplekslerinden birinin köşesinde yerde düşmüş bir çizme ya da sadece ayağı görünebilen yere yatmış birisi vardı. Görüş açısı hangisi olduğuna karar vermesine izin vermiyordu. Bütün bunları zaten bildirmişti.

“Bir değişiklik yok. Aşağıya geliyordum” dedi kafasından. Tepeden aşağıya bağırmanın alemi yoktu. Aşağıda Jumjuma ve Siluet’i hararetle bir şeyi tartışırken buldu.

“Bak garip diyorum tamam mı? Normal değil.”

“Anlıyorum ama hala burada diyorsun. Bir sorun yok.”

“Tam olarak değil. Bak şimdi Jüpiter’i çok iyi bilirim, gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şeydi. İki ip…”

“Sonsuza gidiyorlar. Biliyorum, çok anlattın.”

“Bir saniye dinle canım.” dedi ve gözlerini kapattı. Şimdi olduğu yerde hafifçe salınmaya başlamış, elleri ve olmayan bir şeylere dokunuyordu. “İki ip senkronize ilerliyor, pürüzsüz saten gibi kaygan bir ses ve metalik mavimsi soğuk bir koku yayıyorlar. Yavaşça. Çok yumuşak ve huzurlu bir yavaşlık. Paralelliklerinin sonsuz olmasını biliyor olmanın rahatlığı…”

“Çok güzel canım ama bütün bunlar ne işimize…”

“Bu. Bu o değil. Yani tam olarak değil. Pürüzsüz olmalı, pürüzlü… Dümdüz gidemiyor. Bozuk… Kusurlu… Değmemeli, değemez, değecek!” İrkilerek gözlerini açtı. Dövmeleri magenta ve zeytin yeşili parlıyor, gözünün kenarından bir damla yaş süzülüyordu.

Jumjuma elini Siluet’in omzuna koydu. “Hayır, anlamıyorum. Üzgünüm, Siluet. Ne yapabiliriz? Toparlanabilecek misin?”

Siluet kafasını iki yana salladı. “Bende bir sorun yok, onda var. Neden mükemmel değil? Gidip bakalım derim.” dedi.

Jumjuma geri çekildi ve “Ne? Kesinlikle hayır.” dedi.

“Kaç kule gördük beraber bebeğim? Sana diyorum bak burada bir çöp dönüyor.”

“Olabilir, ama kuleye bağlanamazsın. Ne dediğinin farkında mısın? Jüpiter’e doğrudan erişmeyi teklif ediyorsun. Ölüme giden otoban…”

“Ben bu işi hiç sevmedim.” dedi Siluet, gözleri hala kuledeydi.

Jumjuma bir şey demedi. Artık tam tepelerinde olan güneş sabah serinliğine son verirken, bahar rüzgârı çevrelerindeki hemen arkalarındaki koruluğun kayın ve meşelerinin yapraklarını dans ettiriyordu. Uğultu ve ağaçların şarkısı sessizliği ele geçirmişti.

Suskunluğu bozan Yotta oldu. “Bence de bir şeyler yolunda değil, kumandan.”

“Farkındayım. Üste bir hareketlilik olmalıydı. Yine de diyorum ki gidip bakalım ama temkinli bir şekilde. Üssün kuleden daha güvenli olduğu kesin.”

“Bir şey sorabilir miyim” dedi Yotta çekinerek “Nedir bu kule, ne işe yarar?”

“İletişim… Ve kim bilir daha neler. Avrupa’da bunun gibi seksen beş kule var. Bunların oluşturdukları hatta perimetre diyoruz. Jüpiter’in Titan’a karşı savunmasında rol oynadığı düşünülüyor. Jüpiter’in Lütfu karmaşık olabilir ama kulelerle ilgili kısım çok net. Kuleye uzun süre bakarsan, özellikle ekipmanla falan incelemeye kalkarsan, ölürsün. İçine girmeye çalışırsan, ölürsün. Bağlanırsan, ölürsün” dedi Siluet’e bakarak.

“Kurtulanlar var bir kere…” diye yanıtladı Siluet.

Jumjuma devam etti.

“Ne işe yaradığını keşfetmenin neden zor olduğunu anlamışsındır.”

“Bir teoriye göre…” diye söze girdi Siluet, yüzünde az önceki karamsar ifadesinden eser kalmamış şimdi dövmeleri altın gibi parlıyordu, Jumjuma gözlerini devirirken de devam etti “Bu kuleler, Jüpiter’in ta kendisi. Organları yani. Yer altından damarlarla birbirine bağlı. Tüm dünyayı saran bir dolaşım sistemi… Yer altında gizlenen devasa bir organizma…” derken kuleyi temsil eden, yumruk yaptığı eline çatık kaşlarıyla bakıyor ve sonrasında vücudunu ilk kez keşfediyor gibi kendini süzüyordu. Yotta’ya bu tiyatral anlatım pek bir şey ifade etmemişti. Sonra aniden yana sıçrayarak hem Yotta’nın hem de Jumjuma’nın irkilmesine neden oldu.

“Hatta bazıları devasa tek bir robotik yapının parçası diyor. Kocaman bir el düşün…” dedi elini havaya kaldırıp, “Seksen küsur parmağı toprağı bambaşka yerlerden delip fışkırıyor, tüm metropolleri avcunun içine alıyor…” derken de avcunu kapatıp yeniden yumruk yaptı. “Ve hatta küçük beyinler… fiberoptikten nöron ağları… Sürekli yer değiştiren bir algoritma… Bir konaktan diğerine hızla uçarken asla yakalanmaz!” giderek hızlanan bir ritmle konuşup düşünce trenini kaybederken bir yandan da elini kolunu savuruyordu.

Araya giren Jumjuma oldu. “Hangisi kızım? Organ mı, el mi, beyin mi? Bari tek bir metaforun seçseydin.”

“Belki de hepsi birden? Sonuçta hepsi organ değil mi?” dedi, ellerini açmış yüzünde soru sorma ifadesi vardı. “Belki de…” dedi sesini fısıltı düzeyine indirip “bu kulelerden birini yok etmek, Jüpiter’i öldürmenin yoludur!” dedi kafasını içine çekip gözlerini kaparken. Sonra yavaşça önce bir gözünü ardından diğerini açıp gök yüzüne baktı ve sonra ekledi “belki de değildir.”

“Bence…” dedi Jumjuma ciddiyetle, “Bu kule, FSA (France-Switzerland-Austria) defans şebekesi için önemli…” derken eliyle güney ufkundaki dağları gösteriyordu. “…ama aslında buralarda bildiğimiz kayda değer başka bir şey olmadığı için. Kimsede kanıt falan yok anlayacağın.” dedi Siluet’e bakarken

Yotta ikiliyi sakince dinledikten sonra daha anlayabildiği teoriye odaklandı ve “Bu şebeke dediğin, Alp dağlarındaki füze bataryaları, makineli toplar, lazerler ve savaş dronlarından oluşan savunma hattı, değil mi?” dedi.

Siluet öflerken Jumjuma yanıtladı.

“Ta kendisi. İtalya düştükten sonra Birliğin Avrupa savunmasındaki ana cephelerden birine dönüştü. Rheinmetall’a ait, bakımını falan da onlar yapıyor ama tüm kontrol Jüpiter’de. Onlarca üs, tamamı insansız…”

“O zaman aslında burası da bir sıcak bölge…”

Siluet gözleri göz yüzüne barken sesli bir şekilde püfledi.

Jumjuma, “Hayır değil, aksine bu bölgede berabere kalınmış gibi… İki tarafın da uzun süredir ciddi bir saldırı girişimi yok. Ara sıra çatışma olabiliyor tabi ama Ege’yle falan karşılaştırılmaz…” dedi.

“Gidiyor muyuz? Tarih dersi daha uzayacaksa ben bir Jüpiter’i dürtüp geleceğim.” dedi Siluet.

“Gidiyoruz.”

Çantalarını sırtlarına atıp yola koyuldular. Sollarında ekime hazırlık için yeni sürülmüş toprak kokulu bir tarla ve sağlarında Yotta’ya tanıdık gelmeyen sarmaşığımsı birtakım bitkilerin uzunca çubuklara dolandığı, tatlı tatlı kokan bir bağ, yosun tutmuş kırık taşların arasından yeşil otların fışkırdığı patika yoldan ilerlediler. Yotta şimdi hafif sağlarında kalan Lupheim kasabasına bir bakış attığında görkeminden bir şey kaybetmemiş kulenin göz hapsinden kaçamadıklarını düşündü. Kendini savunmasız hissetti ama bu hissin anlamsızlığı gülünçtü. Nihayetinde Jüpiter kulede olsa bile sadece orada değildi, kafasının da içindeydi. Kendisinin ne olduğunu bilmesine rağmen onu öldürmemişti. Bugün öldürmek istese de bunu kuleden füze yollayarak yapacak değildi.

Bu diyarların her zaman Jüpiter’e ait olmadığını hatırlatma gayretinde birkaç ev, devrik ve çıkmış boyalı çitlerinin ötesinde, ot bürümüş bahçelerinin ortasında bakımsızlığa rağmen yıkılmamış, ayakta duruyordu. Daha yakından bakıldığında ise, duvarları hasarlanmış, çatıları çökmüş, pencereleri kırılmış bu yapılar, tırmanan sarmaşıkların, delip parçalayan ağaç dallarının ve yerleşip ev kuran kuşların istilasına teslim olmuş gibiydi. Doğa müthiş bir ahestelikle ve idrak edilemez bir kararlılıkla insanların izlerini silerken Jüpiter uzaktan seyrediyor, izin veriyor, hatta belki de destek oluyordu.

Patika yol, altlarında büyüyen ağaç köklerinden yer yer şişip patlamış, çatlak asfaltlı bir caddeye bağlanırken, onlar kendilerini yıkılmış medeniyetin acıklı izlerinin ortasında buldular. Bir kısmı sökülmüş, kalanının yarısı yerlerde, kiminin LEDleri parçalanmış, sağlam olanlarınsa elektriğe erişimi olmadığından varlığının tek amacını yerine getiremeyen, bükük boyunlu sokak lambaları rüzgârda sallanırken gıcırdayarak yas tutuyordu. Bazıları yoldan geçenlere saygısını sunarmış gibi bir açıyla öne eğilmişti. Caddeden ayrılan dar sokaklar terk edilmiş üç dört katlı apartmanlara ulaşıyordu. Yotta bu metruk kasabadaki her bir yapının giriş ve çıkışını, mayınlanacak ya da barikat kurulabilecek sokaklarını kestirmeye çalışıyordu. Kafasından farklı saldırı ve savunma senaryoları oynatıp, ağır bombardımana dayanabilecek binaları, yıkılması en güç duvarları, en iyi pusuya düşürme alanlarını ya da suikast için ideal saklanma noktalarını anlamaya çalışıyordu. Silah konusundaki zafiyetleri düşünüldüğünde üs çevresindeki açıklıkta gerçekleşebilecek tüm çatışmalarda ya teslim olmaları ya da bu kasabaya geriye çekilmeleri gerekecekti. Gerilla taktikleriyle mücadele etmek, piyade, ayaklı tank ve dron içeren çoğu birlik kompozisyonuna karşı başarılı olması en muhtemel stratejiydi. Ciddi bir saldırıda hayatta kalma ihtimalleri sıfıra yakındı. Yine de en yüksek ihtimal onunkiydi.

Üçlü yavaş adımlarla yürürken sağ taraflarında artık eski önemini yitirmiş kadim bir tanrının küçücük bir mabedi yükseliyordu. Soluk kırmızı tuğladan duvarları şaşırtıcı şekilde korunmuştu ama beyaz metalden parmaklıklı kapısı yamulmuş, kapının üzerindeki dairesel plak ise kırılmıştı. Plaktan kalan parçada zar zor okunan “2015’de restore edilmiştir” cümlesi yazılıydı. Çatısının tepesindeki haç yamulmuş ama düşmemek için binaya tutunmayı başarmıştı.

Sol taraflarında ise insanlığın bencilce özgür olabildikleri zamanlardan kalma fosil yakan bireysel taşıma araçlarının cesetleri şimdi yağmalanmış bir alışveriş merkezinin otoparkında çürüyordu. Pas tutmuş bu arabalar ya Jüpiter ya da sürgünler tarafından deşilip parçalanmış, değerli parçaları sökülmüş, yakıtları boşaltılmış ve geri kalan posaları kaderlerine terk edilmişti. Belli ki Lupheim, Birliğin reklamını yapmaya doyamadığı Jüpiter’in geri dönüşüm programında öncelikli değildi. Terk edilmiş binaların arasında kalan meydanları molozdan tepeler ve hurdadan koruluklar ele geçirmişti. Yotta alışveriş merkezinin iyi savunulabilecek bir yapı olduğunu düşündü. Elinde olsa buraya kadar ağır mühimmatla gelip, burada depolar ve hafif devam ederdi. Sonrasında geri çekilme sürecinde ilk savunma burada gerçekleştirilirdi.

Jumjuma bir dört yol ağzında aniden durdu. Kaskını çıkarıp kemerine astı.

“Çevreyi bir kolaçan edelim. Siluet?” dedi Jumjuma Siluet’e dönüp. Yotta çevreyi daha iyi görebilmek için tırmanabileceği bir şey var mı diye çevresine bakınıyordu.

“Ateşleyeyim mi?” diye sordu Siluet.

“Ateşle.”

Kız sırt çantasını çıkartıp yere çöktü. Hemen sonra, çantanın içinden yumruk boyutunda bir dron hızla yukarı fırladı.

“Uç bakalım pisicik…”

“Gözlem dronumuz mu vardı?” diye sordu Yotta, hızla yükselip gözden kaybolan aracı izlemeye çalışırken.

“Onun adı pisi, sevgili terminatör. Çaktın?” Yotta ifadesizdi. “Pisi?” diye tekrarladıktan sonra ağız büktü ve “Sanırım çeviride kayboluyor…” dedi Siluet.

“Komik de değil zaten. Edepsiz sadece…” dedi Jumjuma, Siluet gözlerini devirdi.

“Madem dronumuz vardı, neden beni su kulesinin tepesine gönderdiniz?” diye sordu Yotta Jumjuma’ya

“Kız kıza konuşmak için canım. Seni çekiştirdik tabi ki de…” diye yanıtladı Siluet. Jumjuma sessizdi. Yotta ısrar etmek yerine “Dronun kamerasına ben de bağlanabilir miyim?” diye sordu Siluet’e.

“Hazır değilsin şekerim, büyüyünce binersin.” dedi Siluet, şimdi yere bağdaş kurup oturmuştu.

“Yüz saat simüle uçuş eğitimim var.” dedi Yotta. Siluet ağzında yamuk bir gülümsemeyle Yotta’ya baktı ve “Vaay… Tabi o zaman. Neden olmasın?” dedi. Yotta görüşünde beliren daveti kabul etti. Görüşünün yarısı kaplayan ekrandan dronun kamerasını izlemeye başladı. Son sürat ilerlerken taklalar atıp çevresinde fırıl fırıl dönüyor, kırık bir pencereden bir eve dalıp kapının oyuğundan hızla çıkıyor, bir manevradan diğerine koşuyordu. Yarım dakika dayanabildikten sonra baş dönmesi ve mide bulantısıyla görüntüyü kapattı ve dengesini yeniden kazanabilmek için bir ağaca yaslanmak zorunda kaldı.

“Bravo Siluet, çok iyi, aferin…” dedi Jumjuma monoton bir ses tonuyla.

“Ama simüle uçuş eğitimi varmış.” dedi Siluet dalga geçer bir ses tonuyla.

“Şu, acemiye yüklenelim ayaklarına bir son verebilir miyiz?” dedi Siluet’e ve Yotta’ya dönüp “İyi misin?” diye sordu.

Yotta “İyiyim. Bir dakikaya ihtiyacım var.” derken Siluet sessizce “Kendi kaşındı.” diyordu.

“Zamanla alışırsın. Dronlar, makulce uçarken bile zordur. Şimdilik bize bırak.” Yotta kötü hissetmiyordu.  Gururu da incinmemişti. Siluet’in onunla uğraşmasına izin verecekti. Karşısındakinin onun zayıf olduğunu düşünmesi avantajınaydı. Takım dinamiklerinin bir parçası olan bu tip davranışları kabullenmek sızma sürecinin bir bileşeniydi.

“Siluet? Ne durumdayız?”

“Dron, kopter ya da başka bir şey yok.  Bir saniye… Burada bir şey var. Sivil bir taşıma dronu…” dedi ve stabilize ettiği görüntü kesitini ikisiyle de paylaştı.

Yotta’nın temkinli bir şekilde baktığı ekranda altı pervaneli bir ağır yük dronu hava sahasının hemen dışındaki, çubuklu sarmaşıklardan bir bağ gibi görünen yeşillik bir alana yüz litrelik plastik şarap rengi bir varili bırakıyordu. Alan bu varilden yüzlercesiyle doldurulmuştu bile. Üzerlerinde bir sembol ya da yazı bulunmuyordu.

Yotta önünde teknik şeması beliren Parrot SA Ox ağır yük dronunun alüminyum, karbonfiber ve plastik polimerden şasesine hasar verebileceği bir saldırı çözümünün olmadığını düşündü. En ideali 12.7mmlik bir materyalsavar ya da dronbozar olurdu. Bir savaş dronu ya da taşınabilir bir uçaksavar da iş görürdü. Hatta D-38 mermi olsa bu SIG MMX’in 6.8mmlik uzun namlulu konfigürasyonu bile yeterli olurdu. Hedefin bertaraf edilebilmesi için Siluet’e güvenmesi gerektiğini düşündü. Yine de alternatif bir saldırı planı tasarlıyordu ki Jumjuma’nın bakışlarıyla irkildi. Kadın sanki aklını okuyormuşçasına “Endüstriyel bir operasyon, askeri değil. Bizlik bir şey yok.” dedi ve sonra Siluet’e dönerek “Başka?” diye sordu.

“Hiç… Ölüm sessizliği. Ortada sürgün yok, tarım robotu falan da yok… Menzile bir sorti yapayım mı?”

“Lütfen.” dedi Jumjuma.

“Ölme pisicik.” dedi Siluet parmaklarını çapraz yaparken.

Görüşlerinde uzaklık, dronun durumu ve konumu ile ilgili veriler vardı. Yotta silahlı elinde, dronun üsse yaklaşmasını uydu haritası üzerinden izliyordu. Taktisyeni açık ve haritayla entegre, farklı silah gruplarının menzillerini çiziyor, o da içinden sanki az sonra başlayacakmış gibi bir çatışmanın planını yapıyordu.

“Hava karşıtı savunma hattı aktif değil. Uçaksavar da, ayaklı da hareketsiz. Geri döneyim mi?” dedi Siluet.

“Hayır. Detaylı inceleyelim. Pencere, havalandırma, girebildiği tüm deliklere girsin. Üssün tamamının üç boyutlu planını istiyorum.”

Yotta taktisyenini gelecek veriyi değerlendirmesi için programladı.

“Tüm deliklere mi sokayım?” diye sordu Siluet, dövmeleri mercan renginden kehribara çalarken hafif gülümseme ve kısık gözleriyle Jumjuma’ya bakıyordu.

“Sessizce ve sakince Siluet… Kendimizi belli etmeden… Kopterin ve tıbbi ekipman deposunun yerlerini öğrenelim. Tabi bir de personelin… Defansın kapalı olması silahlı güvenlik personelinin olmadığı anlamına gelmez. Alarm ya da başka bir kısa mesafe savunma hattı da olabilir. Dikkatli…”

“Sessizce sokuyorum o zaman.” dedi Siluet. Jumjuma yanıtlamamıştı.

“Off. Gençler, çizmenin gizemi çözüldü. Eleman sizlere ömür.”

“Siktir. Ölüm nedeni?” dedi Jumjuma hızlıca.

“Bilemiyorum, canım. Hani doktora ihtiyacımız yoktu ya…”

“Dronu alıyorum.” dedi Jumjuma sertçe, kaskını geri takmıştı. Yotta taktisyenine olası tehditleri belirleme emri verdi. Parmağı tetikte etrafı süzmeye başladı. Siluet sessizdi.

“Siktir.” dedi Jumjuma ve derin bir iç çekti. Yotta’nın görüşünde yerde yatan önlüklü bir lab teknisyeninin görüntüsü ve bir pratisyen yazılımı tarafından üretilmiş tıbbi rapor belirdi. Yotta başlıklara şöyle bir göz attı.

Yaş: 30-35
Ölüm sonrası süre: 2 saat
İlk bulgular: İnsinerasyon

“İnsinerasyon… Esbeyni yanmış.” dedi.

“Öyle görünüyor.”

“Çok olmamış.”

“Evet…”

“Sence desteci hala üste midir?”

“Desteci olmayabilir. Yine de bir ya da daha fazla saldırgan varmış gibi düşünelim.”

“Pisimi geri alabilir miyim artık?” diye sordu Siluet, ses tonu beklenmedik şekilde ciddiydi. Jumjuma kafasıyla onaylayıp yeniden kaskını çıkarttı.

“Ekstra dikkatli Siluet. Desteci varsa hızlıca indir. Şova gerek yok.”

Siluet kaşlarını kaldırıp Jumjuma’ya birkaç saniyelik bir bakış attıktan sonra: “Deliklere sokma planı aynen devam öyleyse…” dedi gülümseyerek.

“Evet. Sonrasında harekete geçiyoruz.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir