Kanlı çekiç elinden kayarak parke zeminle öpüştü. Kulaklarındaki sağır edici çınlamadan çarpmanın sesi ona ancak uzaklardan gelen boğuk bir temas olarak duyuldu. Halbuki az önce sapını avuç içleri acıyana kadar sıkarak hiddetle savururken algıları ne kadar açık, o hareketinden ve olası sonuçlarından ne kadar emindi. Yerdeki kan gölüne, beyaz gömleğindeki lekeye, aynadaki bulanık yüzünün yansımasına, yerde uyuyan çekice, çöp sepetindeki çiçeklere ve yeniden kan gölüne baktı. Şimdi beti benzi atıp, buz gibi parmak uçları uyuşurken ve gitar teli misali titreyen bacakları gövdesini taşımakta zorlanırken o, az önceki seçiminden pişman olmaya başlamıştı.
"...başlamıştı." Yazar noktayı koydu, sandalyesinde gerindi, gözlüğünü düzeltti, soğumuş kahvesinden bir yudum aldı ve az önce yazdığı paragrafı yeniden okumaya koyuldu. Aynı paragrafta iki kez "az önce" dediğini fark ettiğinde kompülsif bir kararla tüm paragrafı sildi. Dizüstü bilgisayarının kapağını sertçe kapattı, gözlüğünü çalışma masasına fırlatarak mutfağa yollandı. Kahve makinasının tuşuna basmak için uzandığında ellerinin titrediğini fark etti. Gözlerinden de yaşlar süzülmeye başlamıştı. İstemsizce hıçkırdı ve tezgâhın üzerinden tomardan kopararak aldığı bir tutam havlu kağıtla şimdi hızla birbirine karışmaya çalışan çeşitli vücut sıvılarını silerek yüzünden uzaklaştırdı. Titremesin diye çenesini sıktı ve içinden "kendine gel" dedi. Gelemedi. Suyun ısınmasını beklemeden kahve makinasını kapattı ve çalışma odasının zemininde hep serili duran matının üzerinde bağdaş kurup doktorunun tariflediği prāṇāyāma usulü nefes egzersizlerine başladı. Akciğerinin aksine zihnini bir türlü boşalmıyordu.
"Ne yapıyorum ben? Bu, düpedüz delilik. Olayı yazamam. Yazmamalıyım. Değil mi? Gerçekten kafayı yemiş olmalıyım. Hangi gündeyiz? Cuma. En son ne zaman uyudum? Ne zaman yemek yedim? Her şey bulanık. Dışarıda yağmur mu yağıyor? Yoksa gece mi oldu? Güz gelmiş olmalı... Neredeyim? Evim... Yeni evim... Parkesinde tek bir çizik yok... Çıkmayan lekeler... Yok. Püf noktası soğuk suymuş... Nereden bilecektim ki? Bunu da yazmalıyım. Betimlemesi güzel olur."
Sakinlemişti. Ayağa kalkıp nabzını dinledi, nabzı yoktu. Aydınlık gökyüzünden fışkıran güneş ışınları gözünü aldığında hışımla perdeleri çekti. Enerji içeceği almak üzere mutfağa yöneldi. Buzdolabının kapağını açtığında sanki içinde depoladığı korkunç bir sır varmışçasına irkildi. Vakumlu sızdırmaz poşetlerde saklanan kanlı insan uzuv parçalarını kenara iterek arkalardaki altıpatlara uzandı. Şarjöründeki mermileri kontrol etti, horozu geriye çekti, namlusunu ağzına soktu ve tetiğe dokundu.
Güm. Yakınlara düşen bir yıldırımın gök gürültüsüyle sıçrayarak uyandı. O uyurken ağzından akan salyalar matının yüzeyinde küçük bir havuz oluşturmuştu. Tuvalete gidip lavabodan akan buz gibi suyu suratına attı. Aynadaki avurtları çökmüş aksına mor, şişmiş ve fersiz gözleriyle baktı. Kirli sakalını okşarken "tıraş olmalıyım" diye düşündü.
"Hayır. Yazmalıyım. Anlatmalıyım. İçimde kalmamalı. Bitirmeliyim. Kafamdan dökülmeli... Kâğıda... Benden çıkmalı... Allah'ım delireceğim. Eğer kimseye anlatamazsam... Belki de zaten delirdim. İnsan delirdiğini nasıl anlar? Delirmek zihnin kontrolünü yitirmekse anlamanın hiçbir yolu olmamalı. Belki de tüm deliler bu monoloğu aynen bu şekilde yaşıyordur. Defalarca... Defalarca... Defalarca..."
"Yazmalıyım." dedi ve masasına oturdu, gözlüğünü taktı, derin bir nefes aldı, parmaklarını kütletti, sıcak çayından bir yudum aldı ve penceresindeki perde arasından girip gözlerini kamaştıran korkunç ışığa aldırmadan daktilosundaki tuşları dövmeye başladı. Kelimeler saman kâğıttan sayfaları doldururken o gençleşti ve hafifledi. O korkunç aralık gecesinin ruhunu özgür bırakan trajedisini, hakimiyet hissinin adrenalin ve endorfin dolu orgazmını, tüm geçmişinin ve tüm kararlarının nasıl onu o ana taşıdığını adım adım mükemmel bir sadelikle ve enfes bir karmaşıklıkla anlatırken okuyucuların alkışlarını duyabiliyordu. Herkes onun hem annesiyle hem daha önceki sevgilileriyle olan tüm ilişkilerini tam anlatmak istediği gibi kusursuz bir berraklıkla kavramıştı. Papatya bile cansız bedeniyle onu tebrik etmeye gelmiş, üzerinde kurtçuklar gezinen yarı çürümüş çenesini oynatarak konuşuyordu: "Bir insanın tüm yaşamını en ince ayrıntısına kadar anlarsanız o insanın her kararı, sonuçları ne kadar korkunç olsa bile, doğaldır ve doğal olan cezalandırılmaz." Peki ölümden sonra Nobel veriliyor muydu?
Kafasını sallayarak yanağındaki karıncalanma hissini silkeledi. Kokuşmuş odasını havalandırmak için pencereyi açtığında şimdi dışarıdaki yağmurun dinmiş ve yerini uğursuz bir uğultudan ibaret olan son bahar rüzgarına bırakmış olduğunu fark etti. Umursamazca pencereden aşağı baktı ve atlasa zemine ne kadar süre sonra çarpacağını tahmin etmeye çalıştı. Tüyleri dikeldiğinde geri çekildi. Artık gerçekten yazmaya başlamalıydı. Sandalyesine oturdu, sıkıntılı bir iç çekti, fırlattığı gözlüğünü saklandığı kitabın arkasından alarak taktı, sıcak kahvesinden bir yudum aldı ve bilgisayarının kapağını açtı.
"Sıcak kahvesinden mi?" diye sordu yazar sessizce kendi kendine. Hızlıca baktı: su ısınmamıştı, kahve sıcak olamazdı. Eliyle yüzünü ovuşturdu ve söylendi "bu öykü hiç bitmeyecek...". Penceresinin önündeki can çekişen papatyalara baktı ve yine söylendi "çok yaratıcısın". Tabletine ses kayıt komutu verdi ve konuşmaya başladı:
"İlk temasın dünyayı sarsacağını düşünürsünüz. Geçitlerin varlığının paradigmaları değiştireceğini... Yani nereden geldiğini bilmediğimiz ve bilim insanlarının canlı demeye dillerinin varmadığı bu enerji örgüleriyle karşılaşmamız Dünya'yı temelden sarsarak değiştirmeliydi, değil mi? Ben mi yanlış düşünüyorum? Benim gibi düşünen kimse yok mu? Kapitalizm, devletler, küçük ölçekli insansı güç mücadeleleri... Bunların hepsini geçmişte bırakmamalı mıydık? Bizde korkularımızın ötesinde bir şey yok mudur? Evrimimizin bize yapıştırdığı ilkel iç güdü ve duygularımızdan fazlası değil miyiz? Ne diyorlar: metafizik varlama. Ben ne diyorum: hayallerin gerçek olması. Böylesine muazzam bir güç hizmetimize sunulduğunda ortaya çıkan tek sonuç kaos mu olmalı? Hayal güçlerimiz yıkımın ötesini düşleyemez mi? Kaydı durdur."
"Yeni yetme bir ergen gibi kendi kendime söyleniyorum. Kaydı sil."
Ayağa kalkıp pencere kenarına yürüdü. Papatyaları saksısıyla birlikte alıp kitaplığının yanındaki çöp sepetine attı. Tam geri dönecekken gözleri penceresinin ötesinde, bulutlu gök yüzüne hükmeden, neredeyse bir buçuk kilometre çapındaki çember yapıya daldı. "Cennetin kapısından geçtik ama cennette değiliz." diye düşündü. Parmağını şıklatarak tabletini açtı. Ekranda ilan görünüyordu: "25. Metafizik Varlama Öykü Yarışması"
En fazla 2000 sözcükten oluşan, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, ödül almamış yeni bir öykü yazması gerekiyordu. Daha önceki yılların kazananları baş vuru yapamıyordu ve her yazar sadece bir öykü gönderebilecekti. Asıl çılgınlık ise ödüldeydi: kazanan öykü DVT ile geçitlerden birine gönderilerek gerçekliğin bir parçası haline gelecekti. Yarışma tabi ki yasa dışıydı ve Varlık Koruma fark ettiği anda hem yazarlar hem de düzenleyiciler buzu boylayacaktı. Yarışma kolayca canı sıkılan yüksek nüfuslu bir grup elitin eğlencesi ya da bir takım deli bilim insanının projesi olmalıydı. "Gerçek olduğundan bile emin değilim." diye düşündü. Daha gerçekleştiği iddia edilen 24 yarışmanın hiçbir izi yoktu. DVT kanallarının hepsi de devletler ve kuvvetli şirketler tarafından kontrol ediliyordu. "Ya gerçekse?" diye düşündü. Bu onun kurtuluş bileti olurdu. Şöhret ve ölümsüzlük dondurulmaya değerdi. Metafizik varlama, gerçeğe dönüştürme, bir öyküye verilebilecek en büyük ödül, bir yazarın kazanabileceği en büyük onurdu.
İlanı kapatıp yerine oturdu ve öyküsüne döndü. Kan, vahşet, hasarlı kişilikler ve ölüm... Neden hep karamsar ve korkunç şeyler yazıyordu? Yarattıklarına eziyet etmekten keyif mi alıyordu? Şimdi öyküler varlama adayıyken eziyet görmüş karakterlerine acımaya başlamıştı. Yine de hiç var olmamak kadar kötü olmamalı diye düşünerek kendini avutmaya çalıştı. Nöronlar arası sinyallerde, kâğıt parçalarında ya da bir sunucu belleğinde sıkışıp kalan ve gerçek olmadığının farkında bile olmayan karakterlerin dramının yanında onun işkenceleri önemsizdi. Holografik klavyesini çağırdı, boynunu sağa ve sola gererek kütletti, sade sodasından bir yudum alıp yazmaya başladı.
Kapının önündeydi ve önündekinin doğru kapı olduğundan emindi. Yine de eline yazdığı isme ve adrese bir kez daha baktı, sonra da kapı numarasına ve zildeki isme baktı, merdiven boşluğuna ve nihayet kapının kulpuna... Buz gibi pirinçten kulpu aldırmadan tuttu ve aşağı doğru büktü. Kilidin dilinin sessiz bir gıcırdamayla yavaşça geri çekildiğini hissetti. Kapıyı hafifçe iterek karanlık hole girdi. Parmaklarının ucuna basarak koridoru geçti ve tuvaletin karşısındaki küçük odaya adımını attı. Oradaydı. Olması gerektiği gibi... Çalışma masasının üstünde kollarını birleştirerek yaptığı yastığa yüzünü gömmüş, uyuyordu. Önünde antika bir daktilo, bir bilgisayar ve bir tablet vardı. Masasının üzeri yarım kalmış envai çeşit içecek ve yiyecek kalıntılarıyla kaplıydı. Yavaşça arkasına yöneldi. Bir sürü sorununa rağmen uyurken huzurlu görünüyordu. O yaratıcı ve hastalıklı zihinde cirit adan karanlık düşleri hayal etmek istedi. Edemedi. Ona onlarca soru sormak istedi. Yapamazdı. Havada belini sararmış gibi yapıp arkasından ona doğru eğildi. Saçlarından yayılan şampuan ve artıklardan fışkıran köri kokusunu içine çekti. Gülümsedi. Hayallerindekinden daha güzeldi. Saçlarını okşamak istedi, cesaret edemedi. Ses çıkarmadan geri çekilip kitaplığının en alt katındaki alet çantasını açtı ve içinden kırmızı renkli bir çekiç çıkardı. Hep İngiliz anahtarı olacağını hayal etmişti. Çekiçti. Nihayet eziyeti sona erecekti. Varlığını borçlu olduğu yazara son kez minnet ve nefret dolu gözlerle bakarken seçimini çoktan yapmıştı. Onun eziyetlerine dönmektense hiç var olmamak yeğdi. Beyaz gömleğini düzeltti, sırtını kütletti, derin bir nefes aldı ve tüm gücüyle sapını sıktığı çekici hızla savurdu. Yüksek kinetik enerjili metal temas ettiği kemiği parçaladı ve ardında saklanan yumuşak dokunun ve birtakım biyolojik sıvının etrafa saçılmasına neden oldu. O önce aynadaki aksına gülümsedi ama hemen ardından gözleri şimdi kandan bir gölün ortasında yatan tanrısının kabuğuna kaydığında, varlığını önceden bilmediği bir dehşet hissiyle irkildi. Var olmama ihtimalinin idrak edilemez korkunçluğu bedenini ele geçirirken elleri titremeye başlamıştı.