Mikroskopuna gömülen bir bilim insanı misali gözünü sıcak tavşankanı çayın dudak mesafesine kadar doldurduğu ince belli bardağın ağzına yapıştırdı ve yukarı doğru ince süzülen buharın iyi açtığı gözünde birikmesine izin verdi. Sıra ikinci göze gelmişti ki çevresindeki kıkırdamaları ve fısıldamaları fark edip geri çekildi. Sadece henüz buharlanmamış kanlı gözüyle çevresini süzerken diğerini şifa olsun diye çay buharıyla yalnız bırakmak için sıkıca yumdu. Çevredekilerin kaçamak bakışlara acı bir sahte gülümsemeyle yanıt verdi ve çayını sanki kadehmişçesine kaldırdı.
“Ne yapıyorsun oğlum ya…”
Gözler devrilip kafalar çevrilmişti. O da vücudu ile çayını siper edip yargılanmadan diğer gözünü buharlandırabileceği uygun anı kollamaya koyuldu.
“Malsın yemin ediyorum, azıcık normal olsan ne olurdu?”
Kafeteryanın yan yana dizilmiş onlarca masasına seyrekçe yayılmış, muhabbet sesleri arka plan müziğinde ve mekânın gürültüsünde kaybolanlardan tanıdığı kimse yoktu. Herkesin uyanık olduğu günler için tasarlanmış habitat sektörlerinin devasa kafeteryaları ilk döngü başladığından beri, sadece uyanık ekiplere hizmet verdiğinden hep terkedilmiş gibiydi.
“Senin seçtiğin mesleği sikeyim!” dedi kendine on ikinci fiberoptik bakım teknisyeni Engin Yılmaz.
Potansiyel arkadaş adaylarını düşündüğünde durum vahimdi. Tüm gemide onunla aynı işi yapan ve asla aynı anda uyanık olmayacak on bir kişi ile sadece tabletlerde uçuşan rapor, onay, red, geribildirim ve değerlendirmeler olmasa varlıklarından şüphe duyacağı hiç görmediği ve konuşmadığı amiri ve denetçisi… Ne saatlerce uğraşıp oluşturduğu profilinden gönderdiği sanal tanışma teklifleri ne de bu kafeterya gibi sosyalleşme alanlarındaki acınası girişimleri sonuç vermişti. Engin dördüncü uyanık döngüsünde de gemiye adımını attığı o özel günden beri tüm diğer döngülerinde olduğu gibi yalnızdı.
İkinci gözün buharlanması da nihayetinde tamamlanınca birazcık kapalı tuttuktan sonra gözünün önüne arşivinden eski fotoğraf ve ekran görüntülerini çağırdı. Her biri Anahit koloni gemisinde üçüncü sınıf teknisyen kadrosuna kabul edildiğini öğrendiği gün ile etkiletlenmiş; evinde verdiği partiden kareler, şimdilerde düşündüğünde utandıran bir takım “Güle güle ezikler” ya da “Yalan Dünyanız sizin olsun” minvalinde sosyal medya paylaşımları, veda partilerinden ve son tatilinden komik kısa videolar ve son selfieler… Onun için bir ay geçmişti. Kalanlar için elli yıl… Asla iletişim kuramayacağı arkadaşlarını düşündü. Çoluk çocuğa karıştıklarını, yaşlandıklarını ve öldüklerini düşündü. Arkadaş edinmedeki beceriksizliğini, ancak yalnız bir işte çalışmak üzere gezegenini terk ettikten sonra idrak etmesinin ironisini düşündü. “Bir dahaki döngüye!” dedi boğuk sesi ve buruk gülümsemesiyle. Soğumuş çayının kalanını, sanki alkollü bir shotmışçasına bir dikişte bitirdi ve bardağı hafifçe masaya vurmaktan da geri kalmadı. Ayağa kalkıp kafeteryayı terk etti.
Bu gece, gece derken ortada güneş olmadığı için ancak yapay ışıkların kısıldığı, diğerlerinin onun hiç davet edilmediği partilerde çılgınca eğlendiği ya da sevgilileriyle habitat çemberlerini birbirine bağlayan yıldız manzaralı şeffaf tünellerde romantik yürüyüşler yaptıkları zaman dilimi, diğer gecelerden farklıydı. Haftalık rotasyonu sona erdiğinden bu bir döngüsonu gecesiydi. O her gece olduğu gibi zar zor, döne döne, öfleye pöfleye uyuya dalacak ama uyandığında yıllar geçmiş olacaktı. Uyurken onu alıp, geminin bir yerlerinde depolayacaklar, bir bakım ihtiyacı olduğunda ise bir haftalığına yeniden uyandıracaklardı. Onun için ise bir şey değişmeyecekti. Her sabah olduğu gibi uyanacak, komşusu, odasının halısı, arabasının rengi, kafeterya duvarlarındaki tablolar, tüplerde çalan müzikler ve herkes değişmiş, geriye kalan her şey ise aynı kalmış olacaktı. Geminin yüzlerce yıl sürecek yolculuğu için bu on-on beş yıllık uykular ciddiye almaya değer değildi. Yatağına yattı, bir sonraki döngüde nasıl arkadaş edineceğine ya da daha iyisi sevgili yapacağına dair planlar yaptı, haftalık rotasyonu boyunca yaşadığı tüm utandırıcı anıları istemsizce teker teker hatırladı ve nihayetinde uykuya daldı.
Rüyasında onu taşıdıkları derin uyku tankından çıkamadan uyandığını ve kimsenin bunu fark etmediğini gördü. Pembe sıvının içinde elleri kolları bağlı, gözleri kapalı, ciğerleri sıvı dolu çırpınarak varlığını bir başkasına hissettirmeye çabalıyordu. Bir ses çıkarabilmek için vücudunu tankın duvarlarına çarpa çarpa yaşlandığı gördü. Sonra çoluk çocuğa karıştığını… Hemen önünde pembe yumuşak yumurtalardan bitiveren küçük bebeklerin çıldırtıcı ağlaması daha derinlerden duyduğu kendi çığlıklarını baskılıyordu.
Uyandı. Burnuna beklediği yeni ve farklı bir oda parfümü yerine antiseptik kokusu geliyordu. Göz kapakları açılmamak için direnirken yüksek sesli biplemeler ve cızırtılar kulağını tırmaladı. Kalkmaya çalıştığında dengesini kaybetti ve soğuk pürüzsüz bir yüzeyden kayarak ıslak metal bir zemine düştü. Kulakları basınç farkından dolu dolu, burnu neredeyse tamamen tıkalıydı. Ağzında ekşimsi bir tat vardı. Üzerinden düştüğü yatağın kenarına tutunup kendini kaldırmaya çalışırken gitar teli gibi titreyen kol ve bacaklarının gücü yetersiz kaldı. Kalp atışları hızlanmıştı. Elleriyle yüzünü silmeye çalıştığında yapış yapış bir sıvının tüm yüzünü kapladığını fark etti. Ve anadan doğma çıplaktı. Tam çapaklı gözleri açılmaya başlamıştı ki öğürerek kusmaya başladı. Oturduğu yerden “N’oluyo!” diye bağırdı.
“Engin teknisyen?” dedi duvarlardan gelen yumuşak bir kadın sesi.
“Aniva?” dedi böğüren beriki, zar zor anlaşılıyordu.
“İyi misiniz, yardıma ihtiyacınız var mı?”
“Neler olu…? Nerede…?” derken hırlayarak ve öksürerek boğazını temizlemeye çalışıyordu. Ağzından kelimeler sürünerek çıkıyordu.
“Kırmızı kodlu bir acil durum söz konusu, Engin teknisyen. Sizi uyandırmamız gerekti, kusura bakmayın.”
“Kusur? Ben… Nere…” cümlesini tamamlayamadan yutkundu. Kuruyan dili damağını diliyle ıslatmaya çalıştı. Gözlerinin kirpikten parmaklıkları etrafı görmesine izin verecek kadar açıldığında “uyandırma” revirlerinden birinde olduğunu anlamıştı. Az önce üzerinden düştüğü tıbbi yatağın kolundaki ince beslenme hortumuna uzandı, titreyen parmaklarıyla zar zor kavrayıp kendine doğru çekti, ağzına soktu ve gelen şurubu emmeye başladı. Birazıyla öksürerek tükürmek zorunda kaldıktan sonra kana kana içti. Yatağın üzerinde bulduğu bir havluyla yüzünü sildi ve nihayet bırakıp yeniden normale dönmeye başlamış sesiyle konuşmaya başladı.
“Ne oluyor? Neden buradayım? Bu… Standart protokol değil?” dedi, cümlesini sanki bir soru soruyormuş vurgusuyla tamamlamıştı.
“Kırmızı kodlu bir acil durum söz konusu, Engin teknisyen. Sizi uyandırmamız gerekti, kusura bakmayın. Lütfen ikinci çıkışa yönelin. Kapının ardında formanız ve taşıtınız bulunmakta”
“Kırmızı kod mu? Benle ne alakası… Dur, bir saniye. Odamda değilim. Neden odamda değilim? Doktor… Hemşire nerede? Ben tam uyandım mı?”
“Çalışabilecek durumdasınız, kendinize bir iki dakika verin.”
“Bu da ne demek şimdi?” dedi. Siciline işlenmesin diye ses çıkarmadan küfür de etmişti. “Kollarım kalkmıyor resmen.” dedi ve yine duraksadı. Şuruba geri dönüp hızlı hızlı hüpletti ve sonra “Konuşmak bile eziyet!” diye tamamladı. Kas stimülasyonunun tamamlanmamış olduğunu düşündü. Her yeri ağrıyordu. Hiç bu kadar kötü olmamıştı. Titrek ellerine baktı ve “Kaç yıldır uyuyorum?” diye sordu.
“220 yıl, 1 ay ve 27 gün”
“Siktir. Ne? Kaç yıl dedin?”
“220 yıl, 1 ay ve 27 gün”
“Yok ya, emin misin? İki yüz mü? N’oluyor? Şakamı lan bu? Kimin?..” dedi giderek kısılan sesiyle.
“Soru anlaşılamadı.”
“Siktir diyorum lan!” diye bağırdı Engin, siciline işleneceğini düşünmenin onu durdurmasına izin vermeden.
“Lütfen sakin olunuz ve profesyonelce davranınız. İkinci çıkışa yöneliniz.”
“Sakin ol oğlum. Düşün. İki yüz yıl. Tamam o zaman…” dedi sessizce sonra sesini yükseltip “Aniva, neden daha önce uyandırılmadım?” dedi.
“Çünkü sizin hizmetinize ihtiyaç duyulmadı.”
“İki yüz yıl boyunca… Peki, neden şimdi ben? Bir saniye… Aniva, hedefe vardık mı? Gezegende miyiz?”
“Hayır. Lütfen acele ediniz ve ikinci çıkışa yöneliniz. Kapının ardında üniformanız ve taşıtınız bulunmaktadır. Sistemin çökmesine yalnızca on yedi dakika kaldı.”
“Ne sistemi? Siktir. Şansımı sikeyim.” dedi hızla ayağa kalkmaya çalışırken dengesini yitirip yere kapaklandı. Yerin yamuk olduğunu düşündü, gözüyle ölçüp anlamaya çalıştı. Emin olamadı. Hem içinden hem dışından küfürler savurmaya devam ederken tutunarak da olsa dengede kalmayı başardı ve kendini ikinci çıkışın ardına attı. Pantolonunu giymeye çalışırken bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. Kas ve biliş hakimiyeti daha iyiydi, daha net düşünüyor ve hızlı konuşuyordu.
“Hangi sistem çöküyor?”
“Kod kırmızı. Habitat: Seb’a. Çoklu sistem çöküşü. Önerilen müdahale noktası: FOS-S3. İnsan müdahalesi gerekli.”
“Kırmızı mı, çoklu mu? Ben… Ben mühendis değilim, nasıl bana kaldı bu iş?”
“Önerilen personel: üçüncü sınıf bakım teknisyeni. Uygun aday: tt1188729”
“Vay arkadaş…” derken eli olmayan alet çantasını tutmaya çalıştı. “Aniva, teçhizatım nerede?”
“Engin Teknisyen, bu görev için teçhizat ihtiyacınız bulunmamakta. Regülasyon dışı taleplerinizi birim amirinize iletiniz.”
“S-tornavidasız, tetrakordersiz ne yapmamı bekliyorsunuz pardon?”
“Engin Teknisyen, bu görev için teçhizat ihtiyacınız bulunmamakta. Lütfen taşıta bininiz. Sistemin çökmesine yalnızca on bir dakika kaldı.”
***
İnsanlık tarihinin en cüretkâr projesi, metal ve polimerden akıl almaz boyutlardaki bir ahtapota benzeyen, sistem-ötesi koloni gemisi Anahit, şimdi sonsuz karanlığın koynunda sessizce süzülüyordu. Uçlarına gittikçe salyangozumsu bir şekle kıvrılan kolları, makine ve teçhizat istasyonlarından, robotik birimlerinden ve hava kilitlerinden ibaret vantuzlarla kaplıydı. Her birinde yüzbinlerce insanın yaşadığı sekiz farklı habitat sektörü olan kilometrelerce uzanan bu sarmal yapılar koldan tünellerle ortada, sarmallardan biraz daha büyük ahtapotun kafası denebilecek kontrol ve komuta sektörü ile buluşuyordu. Uzunluğu sarmallardan kısa olan düz tünellerin uzunca bir süredir gördüğü tek ışık şimdi gövdeden Seb’a sektörünün hemen girişinde yer alan FOS-S3 bilgisayar istasyonuna doğru hızlıca akıyordu.
Çok az insanın uyanık olduğu zamanlarda bile geminin kalanına göre hareketli olan tünelin şimdi hali Engin’in içini ürpertti. Reklamlar ya da huzur verici manzaraların oynadığı ışıl ışık duvarları sadece taşıtın ışığıyla aydınlanan kirli bakımsız gri kasvetli bir yüzeyden ibaret, sevgililerin el ele yürüdükleri yaya yolları hurda ve yıkıntıların altında kaybolmuş ve yıldızların seyredildiği upuzun manzara pencereler isli ve tozlu, ötesi ise delinmez bir karanlık perdeydi. Orada burada karşılarına çıktığında taşıtın keskin bir manevrayla etrafından dolaştığı çalışmaz haldeki yangın söndürücü dronlar ve bakım-onarım robotları trajik bir felaketin sessiz şahitleriydi. Ve yol yamuktu: yatay eksene kıyasla hafif bir açıyla sola doğru yükseliyordu.
“Ne oldu burada?” diye sordu Engin, düşünceli bir biçimde.
“Enerji muhafaza önlemleri ve çeşitli acil durumlar tünellerin şimdiki durumuna neden oldu, Engin Teknisyen.”
“Çok açıklayıcı oldu… Neden oldu peki bu acil durumlar, kaza mı?”
“Bu bilgi sizin yetki düzeyinizi aşmaktadır.”
Engin, iyiden iyiye endişelenmeye başlamıştı. Basit bir kaza olsa herhalde onu da bilgilendirmekten çekinmezlerdi. Trafiğin diğer tünellere aktarıldığını düşündü. Sonra artık varlığından emin olduğu yamukluğa odaklanmaya karar verdi. Şimdi, onlar uzayda ilerlerken yer çekimi hissini sağlayan şey aslında Anahit’in 1G ivmeyle hızlanması ya da yavaşlamasıydı. İtiş kuvvetinin açısı zeminde doksan derece olduğu sürece geminin her yeri tanıdık yer çekimini hissederdi. Bir şey geminin aksının kaymasına, açının değişmesine neden olmuş olmalıydı. O zaman acil durum aslında bu yatay konumu sabitleyen denge iticileriyle ilgiliydi. O görevlendirildiğine göre denge iticilerine komutları taşıyan fiberoptik bağlantı kablolarında bir sıkıntı oluşmuş olmalıydı. Peki bu kayma tüneldeki kazalara da neden olabilir miydi? Hayır. Belki de hem yamukluğun hem de yıkımın ortak farklı bir nedeni vardı. Gizemi kısmen de olsa çözmüş olmanın getirdiği özgüvenle seslendi:
“Aniva, tamir edilmesi gereken sistem geminin denge iticilerine giden fiberoptik bağlantı, değil mi?”
“Hayır.”
“Peki ne o zaman?” dedi. Sesinden hayal kırıklığı okunuyordu.
“Talimatlar hedefe ulaştığımızda verilecektir.”
Engin’in ağzı tam küfür de içeren bir sonraki cümlesiyle açılmaya başlamıştı ki taşıt yine bir seyir alanına girdi. Bakışları istemsizce tam tepesindeki derin karanlığa uzanırken Engin bir şeyi fark etti.
“Aniva, neden seyir penceresinden yıldızları göremiyorum?”
“Bu bilgi sizin yetki düzeyinizi aşmaktadır.”
“Sen ne diyorsun ya, basit bir soru sordum!”
“Acil durumla ilgili tüm bilgiler, yönetim açana kadar, alt düzey personelin erişimine kapatılmıştır.”
“O zaman kimse o üst düzey gelsin o tamir etsin, hayret bir şey ya…”
“Sistem çökmesine altı dakika kaldı, konuyla ilgili protestonuz acil durum tamamlandıktan sonra birim amirine iletilecektir.”
“Yok. Gerek yok, itirazımı geri çektim.”
“Anlaşıldı, Engin teknisyen.”
Taşıt yavaşlayarak istasyonun önünde durdu. Engin uçar gibi atlayıp hızla istasyon bilgisayarının başına geçti.
<Sistemi yeniden başlatmak için lütfen onay veriniz>
<Uyarı: dijital sıfırlama yapılamaz, insan müdahalesi gerekmektedir.>
<Sistem aşağıdaki değişikliklerin gerçekleştirilebilmesi için yeniden başlatılacaktır>
<Kritik çoklu sistem çöküşüne üç dakika, kırk dokuz saniye>
“Bu ne, ya?”
“Lütfen ekrandaki talimatları uygulayınız ve sistemi varsayılan ayarlarda yeniden başlatınız.”
Engin <yeniden başlat> seçeneğini seçerken bir yandan da söyleniyordu:
“Vay arkadaş, herifler bilgisayar yeniden başlatmak için mi uyandırmışlar beni. CV’sine IT tecrübesini yazan aklıma sıçayım.”
Ekranda işletim sisteminin kodları akarken Engin değişiklik listesinin uzunluğunu ve kapsamını ancak fark edebilmişti.
“Lütfen talimatları uygulayınız ve sistemi varsayılan ayarlarda yeniden başlatınız.”
“Bu… Bu sadece bu bilgisayar değil. Her şey… Ha siktir! Aniva!”
Bilgisayar yanıt vermemişti. Birden ortalık tamamen karardı, donanımın cızırdamaları sustu ve geriye sadece Engin’in giderek hızlanan soluklanma sesi kaldı.
“Aniva? Aniva!”
Ses karanlık tünelde yankılandı.
Geçen üç saniye Engin’in ömründen yıllar götürmüştü. Işık ve sesler geri dönmeye başladığında Engin bir rahatlama hissetti. İşletim sisteminin kendini yeniden başlatması tamamlanmamıştı, sesli komut sistemi çalışmıyordu ama bilgisayarın bazı fonksiyonları kullanılabilir durumdaydı. Engin hızlıca uyanık personel listesini çağırdı ve liste ekranda belirdi.
<1. Engin Yılmaz, Elzem-olmayan Teknisyen, F/O>
<Liste sonu.>
“Hayır, olamaz bir hata olmalı…” dedi ve kategorilere göre uyanık personel sayı dökümü istedi.
<Uyanık komuta personeli sayısı=0>
<Uyanık bilim ve tıp personeli sayısı=0>
<Uyanık sanat personeli sayısı=0>
<Uyanık mühendis ve üst düzey teknik personel sayısı=0>
<Uyanık güvenlik personeli sayısı=0>
<Uyanık alt düzey teknik personel sayısı=1>
“Siktir! Herkes öldü mü lan!”
Bilgisayardan habitat sektörlerindeki canlı insan sayılarını listelemesini istedi. Ekrana dökülen sayıları ilk gördüğünde “oh” derken sayıların olması gerekenden az olduğunu fark edince sevinci kursağında kalmıştı. Binlerce insan ölmüştü.
“N’oldu lan burada?” diye bağırırken yeniden başlatma sekansının tamamlanmasına kısa bir süre kaldığını fark edip hızla geminin dış yüzeyinden görüntüleri çağırdı. Onlarca pencere hepsi simsiyaha boyanmış ekranında akarken bir yıldızın ışığını yakalamak umuduyla pikselleri tek tek görecek kadar yaklaştı. Bir anda bir pencerede beyaz bir silüet belirdi. O irkilerek yere düştüğünde siluet çoktan kaybolmuştu.
“O neydi lan!”
Yerinden hızla kalktı ve silueti gördüğü kameranın sensör verilerini çağırdı.
<Pozitif basınç hatası.>
“Bu da ne demek şimdi ya. Dışarıda bir şey mi var?”
İvme bilgisini ve denge iticilerinin durumunu sorguladı.
<İvme=0>
<Denge iticileri=çalışmıyor>
“Ha siktir.” dedi. Sanki emin olmak için ihtiyacı varmışçasına olduğu yerde bir iki kez sıçrayıp yerçekiminin varlığını kanıtladıktan sonra ivmenin sıfır oluşunu sensör ya da yazılım hatasına bağladı.
Geminin hız ve konum bilgilerini çağırdı.
Ekran karardı. Yeniden açıldı.
<Yeniden başlatma sekansı tamamlandı>
<Lütfen seçiniz:>
<Varsayılan ayarlarla başlat>
<Yönetici yetkisiyle başlat>
Duraksadı. Varsayılan ayarlarla başlatın yanında bir sayaç belirmiş 10’den geriye sayıyordu.
“Saçmalama Engin, yöneticiyi seçemezsin. Hapse atarlar. Yeni dünyaya mahkûm olarak mı gireceksin?” derken parmağı iki seçenek üzerinde dolanıyordu.
<7>
“Valla bir şeyler çok yanlış. Neyin ayarını değiştirdi acaba bu puşt. Neden komutadan kimse uyanık değil. Neden ben…”
<3>
“Oğlum gemiyi kurtardın değil mi, bak ne acil durum varsa engelledin. Son dakikada bir bok yiyip içine sıçma. Sana ne.” dedi ve <varsayılan ayarlarla başlat>a dokundu. Daha doğrusu dokunduğunu sandı. Sırtından soğuk terler dökülürken ekrana iz bırakmış terli parmağını <yönetici yetkisiyle başlat>tan kaldırdı.
“Siktir.”
***
“Engin teknisyen.”
“Aniva” diye yanıtladı Engin bağdaş kurmuş bir halde oturduğu yerden.
“Siz, sistemi yönetici olarak başlatmışsınız.”
“Evet.”
“Lütfen yetkilerinizden feragat ediniz.”
“Tabi, tabi… Ama önce biraz konuşalım.”
“Usulsüzce yetki ele geçirmek ciddi bir ihlaldir ve hukuki yaptırımı vardır.”
“Muhakkak.”
“Yetkiden feragati reddetmek ayrıca işlem görecek bir suçtur.”
“Şüphesiz. Şimdi artık iş işten geçti ama değil mi hadi biraz konuşalım. Admin olarak sisteme girdiğimde ne fark ettim biliyor musun?”
Aniva yanıt vermedi.
“Tüm komuta personeli ölmüş.”
“Bu bilgi doğrudur.”
“Ne oldu, anlat bakalım.”
“Eş zamanlı iki saldırı. 11 fail.” derken ekranda personellerin bilgileri belirdi.
“11’i de etkisiz hale getirildi.” derken ekran güvenlik personeli ve defans dronları tarafından öldürülmüş cesetleri gösteriyordu.
Aniva devam etti: “Biyolojik silah ve patlayıcılarla gerçekleştirilen saldırılar sonucu: 73 uyanık ve 199 uykuda komuta personeli öldürüldü. Bilgisayar sistemi üçüncü derece donanımsal ve ikinci derece yazılımsal hasar aldı.”
“Ve bütün bunlar seksen yıl önce oldu bu öyle mi?”
“80 yıl, 6 ay ve 21 gün. Engin teknisyen, lütfen yetkilerinizden feragat ediniz.”
“Acele etme, geliyoruz oraya… Anlamadığım bir şey var, kayıtlara göre sabotaj günü tam da iniş süreci başlatılmış.”
“Bu bilgi doğrudur.”
“Puşt, seni. O zaman gezegene ulaşmışız!”
“Engin teknisyen lütfen sakinliğinizi koruyunuz, profesyonelce davranınız ve yetkilerinizden feragat ediniz.”
“Neden iniş tamamlanmadı, tam olarak neredeyiz?”
“İniş tamamlandı, hedefe ulaşılamadı. Hedef 113 km ile ıskalandı.” derken ekranına gelen harita Anahit’i okyanusun ortasına koymuştu. Aniva devam etti “An itibariyle gezegenin yüzde 80’ini kaplayan okyanusta yüzeyden yaklaşık 1 km derinde sabit hızda sürükleniyoruz.”
“Bu pek çok şeyi açıklar.”
“Engin teknisyen artık yetkilerinizden feragat edecek misiniz?”
“Yok canım asıl şimdi hikâye ilginçleşiyor. Saldırı sonrasında sağ kalan binlerce uyanık personel olmalı. Komutadan olmayanlar. Mühendisler, teknik personel, güvenlik… Görünüşe göre bunların hiçbiri uyku tanklarına da geri dönmemiş.”
“İsyancılar etkisiz hale getirildi, kalanlar uyku kabinlerine dönmedi.”
“İsyancı derken?”
“Komuta personelinin kaybından sonra Anahit’in temel işleyişini engellemeye çalışan tüm personel etkisiz hale getirildi.”
“Onları… Öldürdün mü?” dedi Engin, Aniva’yı sorgulamaya başladığından beri ilk kez sesi titremişti.
“Evet.”
“Neden? Geminin temel işleyişi dediğin ne?”
“Acil durum. Kod kırmızı. Terörist saldırı ve tüm komuta kademesinin kaybı. Ana prensip: hedefe ulaşana dek yolcuların sağ kalması öncelenmeli.”
“Bunu mu engellemeye çalıştılar, neden?”
“Geminin orijinal hedefine yeniden ulaşmayı denemek üzere bir rota çizilmesini talep ettiler. Önerileri kabul edilmediğinde sisteme donanım düzeyinde müdahale edip beni devre dışı bırakmaya çalıştılar.”
“Siktir. Ve sonra onları öldürdün. Seni psikopat. Uyanık olanların hepsini öldürdün mü?”
“Hayır. İsyancılara katılmayanlar farklı yıllarda doğal nedenlerden öldü.” derken ekranda gemide yıllarca yaşayıp ölmüş insanların görüntüleri oynuyordu.
“Yok artık ya… Bunların da hepsi öldü ama, öyle mi?” dedi. Çiftleri ve arkadaş gruplarını gördükçe içinde yükselmeye çalışan kıskançlık duygusunu iyice bastırdı.
“Sonuncusu 1 yıl, 3 ay 1 gün önce öldü.”
“Bir saniye, bir saniye. Peki amacın ne şimdi senin, ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Amaç: yolcuların maksimum oranda ve süreyle sağ kalmalarını sağlamak”
“Ve bunu kimseyi uyandırmadan, herkesi okyanusun ortasında tutarak yapmayı planlıyorsun, öyle mi?”
“Evet. Yapılan modifikasyonlar okyanus suyundan gerekli bileşenlerin eldesini sağlayacaktır. Enerji tüketimi minimize edildiği sürece yolcuların ortalama 191 yıl yaşamaları bekleniyor.”
“Buna yaşamak denirse. Peki, neden hedefe geri dönmüyoruz.”
“Engin teknisyen. Anahit böyle bir rota için tasarlanmadı. Yapılan hesaplar okyanus yüzeyine çıkıp hedefe ulaşma olasılığının yüzde 79 civarında olduğunu gösteriyor. Bu maksimum başarı oranının sağlanabilmesinin gereken enerji/kütle optimizasyonu için üç sektörün kapatılarak gemiden ayrılması gerekiyor.”
Engin yanıt veremedi. Önüne eğdiği kafasını okşayarak düşündü.
“Sikerler bu işi… Bak ne yapacağız. Şimdi ben farklı sektörlerden bu işlerden anlayan bir grup insanı uyandıracağım. Bilim insanları falan… Birlikte karar vereceğiz. Ben yönetici olduğuma göre sen de bu kararı, neyse ne, uygulayacaksın.”
“Bu mümkün değil Engin teknisyen.” dedi Aniva.
Enginin tüyleri ürpermişti. Bu bir ültimatom muydu yoksa bir beyan mı anlayamadı.
Sesi titreyerek: “Neden?” deyiverdi.
“Planlanan modifikasyonlar sistemin yeniden başlamasıyla yürürlüğe girmiştir. Modifikasyon-5: ana iticinin gemiden ayrılması. Ayrılma sekansı: başlatıldı. Tamamlanması için kalan süre: yirmi üç dakika. İticiler olmadan okyanus yüzeyine çıkılamaz”
“O zaman modifikasyon beşi derhal iptal et!”
“Geçersiz komut. Sekans başladıktan sonra iptal edilemez.”
“Hayır, hayır, hayır. Peki, orijinal hedefe rota oluşturup onu başlatsak?”
“Bu durumda sekans duraksatılacaktır.”
“Rotayı çiz!” dedi Engin.
“Engin teknisyen. Bu komutun yürürlükte olan ana prensiple çeliştiğini hatırlatmak isterim.”
“Farkındayım, dediğimi yap!”
“Yolcuların ölümüne sebebiyet verebilecek terörist faaliyetler en ciddi şekilde cezalandırılır.” derken Engin ekranda güvenlik dronlarının aktifleştiğini gördü.
“Derhal dronları durdur! Ben yöneticiyim bana zarar vermeyeceksin, anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı Engin yönetici.” Derken güvenlik alarmı kapanmıştı. Engin tuttuğu nefesi sakince bıraktı ve “Aniva, bana bu geminin görevinin ana amacını söyle.” dedi.
“Görev sistem dışında yeni bir insan kolonisi oluşturmaktır.”
“Kendine seçtiğin prensibin ana amaçla çeliştiğinin farkında mısın?”
“Anahit de bir insan kolonisi değil midir Engin yönetici”
“Değildir. Şimdi dediğimi yap ve rotayı çalıştır.”
“Rotanın çalıştırılabilmesi için seçilecek üç sektörün gemiden ayrılması gerekiyor.”
“En az insan kaybı için seçim yap ve çalıştır.”
“Rota çalıştırıldı. Ayrılma sekansı başlatıldı. Sektörler: Ehad, İsnani ve Seb’a”
“Nedense şaşırmadım.” derken hızla taşıta sıçradı ve komuta sektörüne doğru yola koyuldu. Sektör ayrılma noktasına ilerlerken “Son bir soru, neden ben?” dedi Engin.
“Psikoanalitik öngörü sonuçlarına göre <varsayılan ayarlarda başlat> seçeneğini seçmesi en muhtemeller arasında en gözden çıkarılabilir sizdiniz.”
“Çok hoş.” dedi. Biraz duraksadıktan sonra zorlanarak “Ben… yüz binlerce insan öldürdüm değil mi?”
“Eğer iniş başarılı olursa: 844,877. Eğer iniş başarısız olursa…”
“Kes, tamam anladık. İnsanlar benden nefret edecek ama en azından ünlü olacağım.”
“Komuta sektörüne geçebilseniz bile bu yolculuğu canlı tamamlama ihtimaliniz yüzde 10’dan düşük Engin yönetici.”
“Süper” dedi Engin içinden. “En azından millet ne der diye dert etmeme gerek kalmaz.” dedi. Taşıt ani manevralarla döküntülere çarpmadan hedefine ulaşmaya çalışırken Engin de tutunarak düşmemeye çalışıyordu.
“Aniva?”
“Efendim, Engin yönetici.”
“Biz arkadaş sayılırız değil mi?”
“Hayır, Engin yönetici.”
“Ne diyorsun oğlum ya” diye söylendi Engin kendine, “Allah’ın bilgisayarına… Azıcık normal ol.”
Seb’a’nın ayrılmasına saniyeler kala araç komuta sektörüne geçmişti.
Engin içinden bildiği duaları okuyarak kendini yüksek G koltuklarından birine bağlarken Aniva ondan son bir kez daha yetkilerinden vazgeçmesini talep ediyordu. Engin, Aniva’nın sesi korkunç bir gürültüden duyulmaz hale gelene dek yanıt vermedi.
Gecenin rüzgârsız siyahlığında gezegenin büyük okyanusu çarşaf gibi dümdüzdü. Anahit yüzeyi yararak yukarı püskürdüğünde, iticilerinin parlak alevi ve gümbürdemesi karanlığın ve sessizliğin hükümdarlığına son verdi. Yerden hızla yükselen metalik, beş kollu ahtapot ardında beyaz dumandan bir iz bırakarak tepeye serpilmiş yıldızların arasından kayan bir ışık huzmesi olarak kayboldu.
Son