Bölüm IV

Oto-çıkışların arasındaki sütunlara spiral bir şekilde tırmanan sessiz sarılara sinsice eşlik eden koyu kahverengi şeritlerin tiz tınlaması kulaklarını tırmalıyordu. Bugün peşini bir türlü bırakmamıştı. Ahşap evler, ağaç kütükleri, atıştırmalık çikolatalar hep çınlıyordu. Endişeliyken daha fazla duyardı. Kuleyi gördüklerinden beri dayanılmazdı. O çirkin bozlar şimdi bu kaçışı olmayan alanda onu çepeçevre sarmış, etrafında dans ediyor, anlamadığı dilden çığlığımsı bir şiirle Jüpiter’e ağıt yakıyordu. Örümcek ağlarıyla kaplı, havalandırma delikleri sarı lekeli plastik beyaz tavanda yürüyüp saçılarak tüm alış-veriş merkezine yayılıyorlardı. JJamaLL’ın son hitiyle bastırmayı düşündü ama Jumjuma’nın çalışırken müzik dinleme konusundaki ön yargıları aklına gelince vazgeçti. Çevresini görebilsin diye açtığı ışıl çubukların soğuk beyaz zavallı ışığının yarısında kaybolduğu, karanlık bir sonsuzluğa uzanan ‘kişisel bakım’ koridorunun, yağmalandığından çer çöp dışında terk edilmiş kirli beyaz raflarına, tepeden süzülen yağmur damlaları gibi incecik çizgiler halinde inerlerken üst üste binen çınlamaları ne duymayı ne de duymamayı tam olarak başarabildiği boğuk bir çığlıktı. Tozundan koyu lacivertliği sönükleşmiş ve parlaklığı belli olmayan fayans zemin üzerinde tekrarlamayan geometrik bir örgü oluşturmak üzere yayılırlarken, birbirine sürten metalden çatal kaşık gibiydiler.

“Hadisene kızım.” duyuldu asistanından.

Siluet gürültülü düşüncelerini geride bırakıp gözlüğünü taktı ve dronun sensoryumuna döndü. Boğuk, deterjanlı, organik, nemli kokular yerini güneşte beklemiş takım elbise ve üniforma, karton kutu ve kırtasiye kokularına bırakmıştı. Şimdi Jumjuma ile birlikte idari bloğun merdivenlerindeydi. Öne atılıp hızla tırmandı, ikinci katta karşısında biten çift kanatlı cam kapının fotoselinin önünde dans edip, tam açılmasını beklemediği yarıktan neredeyse sürtünerek içeri süzüldü. Toplanmış masaların üzerinden, bilgisayarların, paketlenmiş dosyaların ve üst üste dizilmiş bir kısmı imha edilmek üzere işaretlenmiş karton ve plastik kutuların arasından uçtu ve sonra devrilmiş isimliğin kimliğini gizlediği bir zavallının saçılmış kağıtlarla bezeli masasının önünde durdu. Toz kokusu yanık et kokusunu gizleyemiyordu.

“Bir tane daha” dedi şimdi drona yetişmiş Jumjuma’nın sesi. Sandalyesinde ölmüş adamcağızın kafası önündeki çalışma masasına düşmüştü. Burundan azıcık akıp masaya damlayamadan pıhtılaşan bir tutam kan ve ensesindeki yanık görünmese, kafa darbesiyle çatlattığı tablete başını yaslamış uyuyor gibiydi.

“Önlüklü?” diye sordu Yotta.

“Kravatlı…” diye yanıtladı Jumjuma.

Kaç olmuştu? Biri avluda, ikisi ana pistte, dördü misafirhane, üçü depolarda ve nihayet bir tane de ofislerde… Jumjuma adamın üstünü ararken Siluet devasa acil durum kapakları ardında gizlenen ana hangar dışında neredeyse tamamladıklarını düşündü. Görünürde ne kopter vardı ne de canlı bir insan…

“Bölge emniyet altında.” dedi Yotta. Nihayet diye düşündü Siluet.

“Bir buçuk hariç! Kopter orada olmalı.” dedi Jumjuma, üç hangardan numarasız ortadakine atfettikleri isimdi bu ve “Açamadığına emin misin?” diye sordu Siluet’e.

“Proksiyle olmaz,” diye yalan söyledi Siluet, “orada olmam lazım. Ki onun bile garantisi yok.”

Jumjuma merdivenlerden bahçeye açılan hole inerken sessizdi ama Siluet onu hedeflerken dronun zırhında gezen yargılayıcı bakışları hissetmişti.

“Patlatabilir miyiz?” diye sordu Jumjuma Yotta’ya. O, acil durum alarmıyla kitlendiğinden beri, yarım saat önce sentetik omuz darbeleriyle parçalanana kadar kapalı kalan idari blok giriş kapısının parçaları üzerinden atlarken Pisi hızla yükselip üssün ortasında konuşlandı.

“Bu bir acil sığınak kalkanı Jumjuma, en az yüz tonluk bir patlama lazım…” diye yanıtladı Yotta. Siluet onu ana pistin kuzeyindeki yan yana dizilmiş üç hangarın girişlerinin baktığı yolun üstünde elma yerken gördü. Önce korkutmak için arkasından yanaşmaya niyetlendi, sonra vazgeçip ana girişe çark etti.

“Depolardan ya da diğer hangarlardan işe yarar bir şey çıkmadığına emin miyiz?” diye sordu Jumjuma, şimdi iki sosyal tesis binasının arasında kalan geniş bahçede yürüyordu.

“Hayır, pek bir şey bırakmamışlar. Hangar-1’deki parçalar hariç diğer kopterlerden de iz yok. Bizimkini de demonte etmiş olmasınlar?”

“Berlin’e uçacak olanı mı? Sabah bakımını yapmışlar, sanmıyorum.”

“Gördüklerimizden sonra istihbaratına hala güveniyor musun?”

“Bilmiyorum Yotta, hangara girebilirsek anlayacağız.”

Peki ya ayaklıyı kullansak? Füze taşıyor olmalı…”

Pisi avluda bir sorti atıp Pardus robotunun çevresini turladı. Pistin güneyinde, üssün girişine bakan robot pilot kabininin arkasında, sırt tarafında bir füze bataryası taşıyordu. Tam bir şey diyecekti ki Yotta “Mümkün. Desteleyip bakmak lazım. Sessizce olmaz tabi…” dedi.

“Ne dersin, Siluet?” diye sordu Jumjuma.

“Kafayı mı yediniz? Allah’ın kapısına füze mi atacağız? Bekleyin hemen gelip bir deste çakayım. Beş dakikamı alır.” dedi.

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra nihayet Jumjuma “Kapının arkasında ne var bilmiyoruz. Çatışmamız gerekebilir. Seni riske atmak istemiyorum.” dedi. Siluet hattın Yotta’ya kapalı olduğunu anlamıştı. Pisi kocaman bir kayın bir ağaca yaslanmış kaskı elinde düşünceli bir şekilde içinde dört ceset keşfettikleri misafirhane binasına ve hemen önündeki çocuk parkına bakan Jumjuma’ya doğru uçtu. Kadının yüz hizasına ağacın gövdesini görmeden bakabileceği bir açıda durdu.

“O zaman beni baştan bu çöpe bulaştırmayacaktın. Burada ne olduğunun farkındasın, değil mi?”

“Ne demek istiyorsun?” dedi kadın omuz silkerek. Siluet onun cevabı zaten bildiğine emindi.

“Hepsinin beyni yanmış… Böyle bir desteleme yok yani.”

“Ancak benim gibi biri yapabilir diyorsun…” dedi tek kaşı havada. Siluet satırların arasında ‘uzaktan kapı mı desteleyemeyeceksin’i okurken önce limon yeşiline oradan da akuamarine dönen soğuk sarı bir renk çevresini aydınlatmıştı.

“Vaay, bunu böyle açıkça konuşabiliyor muyduk? Aynen canım. Ne sürgünler ne de çapulcular böyle bir şeyi becerebilir. Birliğin bile sayılı adamı var…”

“Jüpiter diyorsun o zaman.”

Siluet yutkundu.

“Bilmiyorum. Belki de…” varlığının hafif bir yansımasını inceden hissetse de onu paylaşmak yerine “İsamovcular gizli bir silah denemiştir.” dedi.

“Siluet…” dedi Jumjuma söylenir bir ses tonuyla.

“Biliyorum sen böyle şeylere inanmıyorsun ama bak sonuçta bilemeyiz di mi? Federasyon sınırların ötesinde ne çöp karıştırıyor belli değil.”

Jumjuma birkaç saniye durdu, ağaçtan ayrıldı ve kaskına uzandı.

“Fark etmez. Henüz ölmediğimize göre fail Jüpiter değil. İnsansa da bir şekilde hallederiz.”

“Aynen katılıyorum. Sadece diyorum ki ben de orada olmalıyım.” Şimdi Siluet ayağa kalkmış Jumjuma’nın göremeyeceği el kol hareketleriyle derdini anlatmaya çalışıyordu.

Kadın bir şey söylemedi, simsiyah kocaman gözler odaklı bir şekilde dronun kamerasına bakmaya devam ediyordu.

“Neredeyse bir saliselik gecikmem var bu mesafeden. Bir tetik çekmelik. Riski göze almak istediğine emin misin?”

Jumjuma derin bir iç çekti.

***

Zirvesinde koyu gri mermer üzerine kirli bir beyazla “Laupheim Hava Üssü” yazan takın sol ayağının dibinde durdu. Toprak renklerindeki sütun, kocaman kökleri toprağın dışına taşmış, yaşlı duvar sarmaşığının sık örgüsünden kurtulup devasa bir yarım daire çizerek yolun karşısında daha kurak bir zemine saplanıyordu. Takın ortasında, isim levhasının altında yeşilimsi dijital kamuflaj desenli bir kulübe, uzuvlarıymış gibi iki tarafa uzattığı beyaz kollu bariyerlerle yolları kapatıyordu. Siluet kenarları çakıllı asfalt yolda bariyerin yanından geçerken dakikalar önce buradan uçmuş olmasına rağmen sanki ilk kez geçiyormuş gibi hissetti. Dronun sensoryumunun ötesinde, belki dijitalleştirilirken kaybedilen veriler ya da henüz varlığını bilmediğimiz ya da ölçemediğimiz sezgisel girdilerin varlığından şüpheleniyordu. Yol kenarından yuvarlanarak kaçıveren taşları ayakkabılarının altında hissediyor olması bir şeyleri değiştiriyor olabilir miydi? Yüzünde hissettiği meltemin şiddetinin farklılığı, hafif serinliğin yarattığı ürperme ya da gözüne kaçan polenlerin kaşındırmasının yeniliği hep beklendikti ama sanki çiçek kokuları daha az parfümsüydü ve yeni baygın otsu tatlarla pastel renklerin yeni tonları peyda olmuş gibiydi.

Rüzgârın sürüklediği polenler ölü bir heykelden ibaret Pardus robotunun tepesine altından kepekler gibi saçılmıştı. Siluet yanından geçerken elini mat gri yağlı metal yüzeye sürdü ve destelemesinin beş saniye süreceğini hesaplarken az daha destelemeye başladığını fark edip kendini durdurdu. Ayaklı, bir kavşağın hemen önünde nöbet tutuyordu. Ortasından uzun bir huş ağacının yükseldiği mavi belemir çiçekleriyle bezeli kavşak, sol tarafında bahçelere, sosyal tesislere ve ofislere, sağ tarafında ise hangar ve depolara uzanan yolların ayrım noktasıydı. Siluet bina ve tesislerin tasarımcısının insan mı Jüpiter mi olduğunu anlayabildiğini düşünüyordu. İnsanların eserlerinde her zaman yapıyı tecrübe edende yaratılmak istenen hissiyat önemli olurdu. Jüpiter’de ise tek odak işlevsellikti. Bu askeri tesis insan elinden çıkmaydı. Proksi savaşları şehitlerine adanmış iki metrelik pirinçten yapılma, mızraklı, kalkanlı ve kanatlı savaşçı heykelinin, yere bir mezar taşı misali gömülü siyah mermere altından harflerle kazınmış Textron logosunun ve altına döşenmiş tarihçesinin ve çekildikleri gönderde mağrurca dalgalanan Birliğin şişman çocuğunun da aralarında bulunduğu onlarca bayrağın dışında, yüzünde gülümsemeye neden olan küçük bir detaydan anlıyordu: Bahçeden ana yola uzanan, pratik olmayan granit küp taş döşeme rotayı tercih etmeyen aceleciler tarafından çimenlerin ezilmesiyle oluşmuş, kıvrıla kıvrıla akan diyagonal patika yol organik bir tasarımcının imzasıydı.

“Kızım gelsene, seni bekliyoruz.”

“A, evet hangar kapısı.” diye düşündü Siluet ve adımlarını sıklaştırdı.

Önündeki seksen metre çapında iki yüz metre uzunluğundaki yarım-silindir beton yapı komşularından farklıydı. İki kardeşi de yanlarındaki kırmızı renkli devasa numaralarla (1 ve 2) tanımlanan hangarların aksine bu numarasız, küçük yuvarlak pencerelerden, tepesine kadar çıkan iskelelerden, çevresini saran kablolardan ve üstünden yükselen antenden yoksundu. Bir de sadece o gri ve siyah devasa bir kapı tarafından korunuyordu.

Kapının hemen önünde beyaz kurukafalı kaskı ve kamuflaj zırhıyla Jumjuma ortamın doğal bir parçası gibi duruyordu. Zırhlıyken erkeğe benziyordu, kanaldan konuşmadıkça sesi de derinleşiyordu. Siluet vücut dilini tanımasa, ki o da pek çoğuna göre erkeksi sayılırdı, zırhın içindekinin kadın olmasını beklemezdi. Jumjuma’ya zırhın göğüs kısmına meme dekoru taktırmasını önerdiğinde kadın beklendik şekilde sadece “saçmalama” demişti.

Yotta ise bu askeri tesiste bile sanki bu dünyadan değilmiş gibi duruyordu. Kaşsız, derin göz çukurunun ardındaki sarı siyah gözlerin piyasadaki envaı çeşit kontak lensten bambaşka, organik ve yabancı bir havası vardı. Karemsi düşük, belirgin çene hattı, basık ve geniş burnu, küçük yapışık kulakları ve düz çizgiden ince dudaklarıyla retro bir oyundan fırlamış düşük çözünürlükte az poligonlu bir karakter gibiydi. Her ağız hareketinde parlayıp duran metalik gümüşi dişler, eğer adam her ağzını açtığında monoton bir moron gibi konuşmasa korkutucu olabilirdi. Onun yerine asıl ürkütücü olan ise ortalıkta yarı çıplak dolaşmasıydı. Paçalarını botunun içine sokuşturduğu çok cepli askeri pantolon ve kocaman sırt çantası dışında çıplaktı. Siluet sorduğunda vücudunun aşırı ısınmasıyla ilgili bir şeyler gevelemişti ama asıl neden erkek bedeninin abartılmasının gelenek olduğu zamanlardan kalma çizgi filmlerden kopma kaslı vücudunu sergileme isteğine karşı koyamaması olmalıydı. Seksi bile sayılabilirdi aslında diye düşündü Siluet, balık gibi tüm vücudunu saran pulları olmasaydı ve tabi anlaşılmaz biçimde övünerek anlattığı, teninin sürekli yağlı olması durumunu ispatlamak için ön kolunu onun eline yapıştırmamış olsaydı… Yapış yapış kayganlık hissi her aklına geldiğinde midesi kalkıyordu. Az daha saçma bir ciddiyetle saydığı yağın koruyucu özellikleri son sözleri olarak mezar taşına kazınacaktı ama zekâsı da pullarına yakışır bir şekilde balık düzeyinde olduğundan adam ölüme ne kadar yaklaştığını anlayamamıştı.

“Hiç acele etmeseydin” dedi Jumjuma Siluet’e. Yotta tüfeğinin namlusunda kapı, kıpırdamadı.

“Koşmak ayaklarıma iyi gelmiyor.”

Siluet kafa hareketinden Jumjuma’nın gözlerini devirdiğini anladı. Gülümsedi ve kapıya yaklaştı. Kapı yer altından zemini patlatarak çıkmıştı ve hangarı mühürlerken oturduğu çerçevesinin üst kısmına hasar vermişti. Elini yüzeyinde gezdirdi. Siyah metal şeritler arasında kalan beton kısımlar beklediğinden pürüzlüydü. Tanımadığı bir maddenin kimyasal bir kokusunu alıyordu. Parmağı sol alt köşedeki bir panelin belli belirsiz kapısını hissetti. Üstündeki yapışkan kâğıttan kaplamayı söktüğünde bir anahtar deliği karşısına çıktı. Çöktüğü yerden Jumjuma’ya bir bakış attı. Kadın sentetik eliyle ince metal kapağı şeker kağıdıymışçasına buruşturup kenara attı. Şimdi Siluet’in önünde bir veri portu belirmişti. Bağdaş kurup önüne oturdu. “Hadi bakalım” dedi ve ensesinden çıkardığı kabloyu veri portuna soktu.

His komplike ama tanıdıktı, dijital arşivinden eşlenik modeli bulmuştu bile… Siluet desteleme için kartlara ihtiyaç duymuyordu. Asistanının ara yüzü sadece görsel değildi ve o destelerken üstü şekilli ve yazılı tuşlara dokunmayı hayal etmek gerine yerine görsellerden, seslerden, kokulardan ve dokulardan bir yapı modeli örüyordu. Yapıyı bir kez tamamladı mı, şimdiki gibi yeniden çağırması saniye sürmüyordu. Siluet’i asıl rakiplerinin üstüne çıkaran ise onun modellerinin kartların aksine esnek olmasıydı. Kartlardaki anahtar-kilit ilişkisinden farklı olarak bunlarınkisine uyarılmış uyum deniyordu. Model ufak değişiklikleri algılayıp kıvrılıp bükülerek uymanın bir yolunu buluyordu.

“Tamamız.” dedi Siluet destelemeye başladıktan iki saniye sonra.

“Hazır mıyız?” dedi Jumjuma Yotta’ya, o konuşmadan kafasıyla evet diye yanıtladı. Hala aynı duruşta kapıyı kesiyordu. Kanaldan konuşmalarına rağmen birbirlerine bakmaktan geri durmamışlardı.

Kapı gürültülü bir gıcırtıyla, acı çekercesine bir yavaşlıkta inerken sürtünmenin şiddetine dayanamayarak ufalanan beton duvar kenarlarından fışkıran tozlar rüzgâra katılıyordu. Nihayet kapı son bir takırdamayla yuvasına otururken berisinde dört beş metrelik küçük bir oda ve ardında bir kapı daha belirdi.

“Bunu beklemiyordum” dedi Siluet ve tam kapıya bağlanmak üzere adımını atacaktı ki Jumjuma “Dur!” dedi. Siluet ona bakınca “Neden çift kapı var?” diye ekledi. Siluet elleriyle ne bileyim diyordu.

“İçeri girmeyelim, önce Dronu gönder.” dedi Jumjuma.

Siluet geri çekildi ve Pisi’yi kapıya gönderdi. Neyse ki bu veri portu bir metal kapak ardına gizlenmemişti. Siluet Pisi’yi proksi kullanarak kapıya bağlandı.

“Küçük bir problemimiz var” dedi Siluet “Dış kapıyı kapatmadan iç kapıyı açamam.”

Aniden garip bir his içini doldurdu ve Siluet daha ne olduğunu anlayamadan geldiği gibi yok oldu. Uzaklardaki ağaç gövdelerinin sessiz çığlıklarını duymamaya çalışırken sadece gerginim diye düşündü. Sonra hissin incecik misinamsı, belli belirsiz izini yakaladı ve onu kapının tepesine gizlenmiş bir kameraya kadar takip etti.

“Yalnız değiliz.” dedi, kameranın yerini işaretleyip paylaşmıştı. Bir saniye geçmeden bir silah sesiyle irkildi. Kameranın olduğu yerde şimdi küçük bir delik vardı.

“N’aptın sen?” diye seslendi Yotta’ya.

“İzlediğimizi söyledin, artık izlenmiyoruz.” dedi deliği göstererek.

Jumjuma Yotta’ya “Bir dahakine daha sakince hallederiz. Siluet kameradan içeriye erişebilirdi.” dedi.

“Anlaşıldı.” dedi Yotta mahcupça. Jumjuma yeniden kapıya yöneldi. Siluetse aurayı arıyordu.

“Bu bir hava kilidi… Neden bir hangar’ın hava kilidi odası olsun ki?” diye sordu Jumjuma.

“Hangar paravan olabilir. Biyo-silah ARGE?” dedi Yotta.

“O zaman işler değişir. Ben Yotta ile keşif turu yapayım, sen buradan arkamızı kolla.” dedi Jumjuma Siluet’e dönerek.

Siluet irkildi. “Hayır. İçeride acayip bir şeyler oluyor. Ben de geliyorum.”

“O da ne demek?” diye sordu Yotta.

“Anlatması zor. Şu kamerada hissettiğim aura… Esbeyin gibi… Ama değil de aynı zamanda, kendi sinyalini dönüştürüyor sanırım…”

“Desteci olabilir mi?”

“Belki…”

Jumjuma biraz düşündükten sonra “Olsun, dron bize eşlik eder sen proksiden takip edersin. İçeride patojen olabilir. Yotta’ya bir şey olmaz, benim de zırhım var. Tek zayıf nokta sensin.”

“Kapıda gördüğüm biyogüvenlik mimarisi değildi. Burası lab falan değil, kaç laba girdik beraber?”

Jumjuma birkaç saniye sessizce kapıya baktı.

“Hala izliyor olabilirler, ne yapacaksak hemen yapalım.” dedi Siluet. Bir yandan iç ve dış kapı arasındaki iletişimi incelemeye başlamıştı.

“Dış kapıyı açık kalmaya zorlayamaz mıyız?” dedi Yotta “Araya ayaklıyı falan sıkıştırsak…”

“Daha ince bir çözümü tercih ederim” dedi Jumjuma.

İçinden bir “A-ha!” çeken Siluet kanaldan seslendi: “İç ve dış kapı arasındaki haberleşmeyi geciktirebilirim. Maks on dakika yalnız.”

“Denemeye değer…” dedi Jumjuma, tabancasını çekti ve ekledi: “Hadi o zaman.”

Ekip odaya girdi, Pisi avluyu kollamak üzere geride kalmıştı. Siluet iç kapıya açılma komutu gönderdiğinde, ilkinin aksine sakin ve sessizce iki yana kayarak açıldı. Siluet bir anlığına Jüpiter’in aurasını yanında hissetti. Hala asenkronize ve kaotikti. İçeriye üçüncü adımını attığı anda dış kapı ise sanki ipi kesilmiş gergin bir mancınıktan savrulan gülle gibi fırlayıp sarsıcı bir gümbürdemeyle kapandı. Jüpiter de silinmişti.

“Siktir” dedi Siluet.

Sonra çevrelerini derin ve suskun, makine yağı ve nemli beton kokan bir karanlık sardı.

“N’oldu?” diye sordu Jumjuma.

“Bilmiyorum” dedi Siluet, on dakikası hala geri saymaya devem ediyordu. “Biri müdahale etmiş olmalı…” Gerçekten de siberbeyin sinyallerini alıyordu. “Aşağıda birileri var…” derken dışarıdan beri takip ettiği ince aura ipliği dikkatini dağıttı. Bir anda kalınlaşıp helezonlaşarak dönen, parlak farklı duyguların renklerinde kurdele şeritlerine dönüşmüştü. Anlık festival, ufak bir bakışla gördüğü dövmelerinin suskun morunun yarattığı özgüvenle silikleşti. Bunları baskılamak Siluet’e kahverengileri susturmaktan kolay gelmiş olsa da sağa sola attığı anlık bakışlar için hızla cezalandırıldı. Tavandan yağan tozlar burun ve gözüne dolarken iki büklüm kıvrıldı ve öksürüğünü bastırmaya çalışırken ancak zombi hıçkırığı olabilecek uğultulu sesler çıkarmaya başladı.

“Kıpırdama!” dedi kanaldan Jumjuma, Siluet’e. Bu ses çıkarma da demekti. ‘Biliyoruz herhâlde ama ne yapayım, tozu götümden mi çıkarayım’ demek istedi ama sessizce acı çekmeye devam etti. Sonra aniden siberbeyin sinyallerinin yok olduğunu fark etti. Bir şey olmuştu. Dışarıdaki tüm auralar değişmişti.

“Temiz!” dedi Yotta ve Siluet de etrafı görebilsin diye sağa sola ışıl çubuklardan atmaya başladı. Önlerinden aşağı doğru uzanan uzun yol henüz aydınlanmamıştı ki Siluet dışarıyla bağlantılarındaki sorunu fark etti. Uzaklardan bir aura hissediyordu ama çok derindendi ve netleyip anlayacak kadar odaklanamıyordu.

“Bağlantımız kesildi!” dedi Yotta.

“Faraday kafesi?” diye sordu Jumjuma.

“Kesik değil” dedi Siluet, “Farklı sadece…”

“Yani?” derken Yotta araya giren Jumjuma “Akış yönlendirme gibi bir şey mi?” diye sordu.

“Belki… Yo, hayır… O kadar basit bir şey değil. Çözmeyi deneyebilirim ama ciddi zaman alır.” dedi ama ciddiye almayacaklarından korktuğu için onu asıl endişelendiren Jüpiter’in yokluğundan bahsetmedi.

“Neyi çöz…” derken Yotta, Jumjuma bu sefer “Devam edelim, sonra düşünürüz” dedi ve ekledi “İleriden ne seziyorsun?”

Siluet “Hiçbir şey… N’oldu bilmiyorum… Artık aşağıdan sinyal almıyorum.” dedi. Jumjuma onun soluna geçti ve tam öne doğru bir adım atmıştı ki geriye dönüp sesinde endişeyle “Kapıyı yine de açabilirsin değil mi?” diye sordu.

“Bilmiyorum.” dedi mahcupça.

“Kapana kısıldık!” dedi Yotta heyecanla.

“Sakin ol Barbar Konan, zamana ihtiyacım var sadece… Hallederiz…” diye yalan söyledi Siluet. “Olmadı sen kafa ata ata kırarsın.”

Yotta omuz silkti. Elinde tüfeği bir sağa bir sola bakıyordu. Jumjuma ise bir iki adım öne çıkmıştı.

Hafif meyille aşağı doğru uzanan betonarme bir rampanın başlangıcındaydılar. Tüm yüzeyi kenarları ikişer metre altıgen oyuklarla kaplı yarım silindir çatı tepelerinde uzanıyordu. Bu oyukların içinden çıkan rengarenk kablo demetleri ve gri kumaşımsı borular farklı açılarla aşağı inerken diğer altıngenlerden çıkanlarla birleşerek kalınlaşıyordu. Yığın nihayet zeminde, yapının sağ ve sol köşelerinden rampaya eşlik eden iki merdivenin üzerlerine kurulmuş sarı metal iskelete dökülüyor ve diğer her şeyle birlikte aşağı akıyordu. Altı paralel ray yarığını taşıyan rampa yanlarındaki merdivenlerden iskelenin bir parçası olan sarı metal korkuluklarla ayrılıyordu. Hemen önlerinde araba büyüklüğünde bir motor vardı ve ondan uzayan onar santim çapındaki gergin iki çelik halat rampadan aşağı uzanarak karanlıkta kayboluyordu.

“Devam edelim. Önce burada ne halt dönüyor onu bir anlayalım.” dedi Jumjuma.

“Neden?” diye sordu Yotta. “Çıkışımız yok. Neden devam etmeye çalışıyoruz? Geri çekilmemiz gerekirse ne yapacağız?”

“Hala bir transportumuz yok, değil mi?”

“Jumjuma burada ne oluyor bilmiyorum ama etraf yanmış beyinden geçilmezken bir kopter için fazla risk almıyor muyuz sence?”

“Çapulcunun dünyasına hoş geldin şekerim” dedi Siluet, ‘fazla risk almıyor muyuz’u dövme yaptırabilirdi.

“Görev kopteri ele geçirmek, asker. Yeterince açık değil mi senin için?”

“Ama… Açık, komu… Jumjuma.”

“Kopteri ele geçirdik mi?”

“Hayır.”

Siluet adamın içinden komutanım dediğine emindi.

Jumjuma kafası ve eliyle ‘e, o zaman’ demişti.

“En azından Siluet kapıyı tekrar açsın, çıkabildiğimizi görelim, sonra devam ederiz.” dedi Yotta sesinde çekinceyle.

“Zaman alır.” diye yanıtladı Siluet.

“Resmen tuzağa gidiyoruz. Aşağıda ne varsa, hazır değiliz…”

“Evet, geldiğimizi biliyorlar ve çıkışımızı engellediler. Tam olarak bu yüzden daha fazla zaman kaybetmiyoruz!” dedi Jumjuma. Yotta daha fazla itiraz etmeden sağdaki merdivenlere yöneldi. Jumjuma eliyle Siluet’e bekle deyip Yotta ile paralel sağdan ve önden ilerlemeye başladı. Bir süre bekledikten sonra da Siluet ses çıkarmasını engellemek için elleriyle gömleğinin zincirlerini tutup en arkadan yavaşça yürümeye başladı.

Rampa yer altına devam ettiğinden yapı aslında dışarıda göründüğünden çok daha büyüktü ve sadece bir hangar olmadığı aşikardı. Siluet, çatının iç yüzeyine monte aksam ve kabloların veri farklılaştırmasıyla ilgili olduğunu düşünüyordu ama şimdilik bunu paylaşmadı. Dışarıda komutsuzluktan hangarın üstünde daireler çizdiğini tahmin ettiği zavallı Pisi’yi düşündü. Kurdeleleşen ipliği anlarsa pisiye seslenebilir miydi? Şimdilik pek bir şey ifade etmeyen yeni bir şeydi bu. Jüpiter’in bir gölgesi olabilir miydi? Silindi sandığı aura belki de buna dönüşmüştü. Ya da gerçekten yeni bir şeydi. İsamovcuların şeytani bir icadı… Belki de başka bir yapay zekâ ya da epik bir desteci… İhtimaller birbirinden beterdi. Ya kaybolan seslere ne demeli? Onun desteci olduğunu anlayıp bir çeşit sessiz kipe mi geçmişlerdi? Belki de gerçek değillerdi, heyecandan bir şey hissettiğini sanmıştı. Geride kaldığını fark eden Siluet düşük yüzü ve hafif kamburuyla adımlarını sıklaştırdı.

Rampa geniş bir alana açılıp ilerlemeye devam ederken merdivenlerden sağa sola ayrılan yollar, yerden yüksek iskelelerle ve tepelerindeki kablo yığınlarıyla uzaklarda pencereli kabinlere ya da ölü makinalara erişiyordu. Ne bir logo ne bir uyarı levhası ne de bir yer yön tabelası vardı. Tasarım yabancıydı, insan elinden çıkma gibi değildi.

“Size de kötü adamın, şeytani örgütünün gizli yeraltı üssündeymişiz hissiyatı oldu mu?” diye sordu Siluet. Hızlı bir bakışma dışında bir yanıt alamadı. ‘Sıkıcı olun, marifet…’ diye düşündü.

Yan yollara sapmayan üçlü kısa bir süre sonra rampanın geniş avlu benzeri bir alana açılan sonunu gördü. Jumjuma durmalarını emretti.

“Saat on ikide askeri barikat.” dedi Jumjuma.

“Silah namlusu görüyorum.” diye ekledi Yotta.

Yotta ve Jumjuma iki yandan kuşatmak üzere sürünerek barikata yollandılar. Geride kalan Siluet siper olarak kullanabileceği metal bir kutunun arkasına çömeldi.  Takımına yardım edebilmek için çaresizce bir şeylere bağlanmayı denedi, beyhude… Her şey ölüydü ve tek sezdiği yaşamsızların sessiz uğultusuydu.

“Cesetler…” dedi Jumjuma, “Dört tane… Hayır beş…”

Kısa bir süre sessizlik ve sonra “Temiz” dedi Yotta “Hepsi ölmüş… İnsinerasyon.”

Barikata doğru sessizce ilerlerken makine yağı ve metal kokusunun ardından yükselen tanıdık yanık kokusu burnunu ele geçirmişti.

“Siktir. Bunlar yeni ölmüş… Dakikalar önce…” dedi Jumjuma.

“Çatışma izi yok.” diye ekledi Yotta.

“Biz mi neden olduk? Kapıyı açtığımızda.” diye sordu Jumjuma.

“Belki…” dedi Siluet. Şimdi o da barikata ulaşmıştı. Kaybolan sesleri düşündü. Girdikleri anda sezdiği bunlar olmalıydı. Hızlıca sönen son bir çığlık…

“Saldırgan burada olabilir mi?” diye sordu Yotta.

Siluet olup biteni o an anladı. Saldırgan şimdi gitmişti ama bir anlığına buradaydı. Jüpiter… Kapıyı açtıklarında hissettiği belirip kaybolan aura… Tanrı bu fanileri çarpmıştı. Nedeni de belliydi. Hangar Jüpiter’in erişimini engelliyordu. Çift kapının da maksadı buydu. Mikropların kaçmasını engellemek için değil, antibiyotiğin girmesini engellemek için vardı.  Tanrılara karşı bir görünmezlik kalkanı… İçi çekilirken dövmeleri parlak bir menekşeye döndü. Yutkundu. Jüpiter gitmişti, şimdilik güvende olmalılardı ama belli belirsiz hissettiği kurdele aura hâlâ buradaydı.  Siluet bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu.

“Siluet?” diye seslendi Jumjuma

“Efendim?” dedi, irkilmişti.

“Saldırgan… Burada olabilir mi?”

“Ben… Olabilir…”

Jumjuma Yotta’ya ilerlemesini işaret etti. Fırlatılan ışıl çubuklar, avlunun rampaya doğru kısmında askeri barikatların ötesinde; raflar, konteynerler, vinçler, ATVler ve forkliftlerden oluşan kalabalık bir yığını aydınlattı. Kalabalığın tam ortasında bir ayaklı ve Jumjuma’nınkinden farklı bir helikopter duruyordu. En arkada ise betondan iki katlı bir bina vardı.

Jumjuma Yotta ile konteynerlerin arasında yürürken görüşünü halen barikatta olan Siluet ile paylaşmaya başladı. Dört bir yanlarını cesetler sarmıştı. Soluk kahverengi tulumlu sarı kasklı teknisyenler sözleşmeli sivil personel olmalıydı, onlara güvenlikler ve bir idari personel eşlik ediyordu. Kimi forklift direksiyonunda, ölmüştü kimi ise konteynerlerin önünde ya da tepesinde… Helikopterin çevresinde de üç ceset vardı.

Yotta ve Jumjuma nihayet helikoptere ulaşmıştı. Yotta hızla taşıtı denetlemeye koyuldu. Jumjuma tetikte, arkadaki beton binayı kesiyordu.

“Jumjuma, bunun Invictus ile alakası yok.” derken Yotta şematiklerdeki helikopterden bahsediyordu.

“Farkındayım. IFF ve tindeks analizi yapmak gerekecek. Çalışacak mı ona odaklanalım.”

Şimdi Siluet’in görüşüne yansıyan, antrasit rengindeki çift pervaneli, dikey kalkış tiltrotoru helikopterden çok bir savaş dronuna benziyordu. Hedeflerindeki Bell 360 Invictus’a kıyasla çok daha minimalist, kaba ve sert hatlıydı. Buradaki diğer her şey gibi o da sessiz ve ölüydü. Yotta çalıştırmayı başarırsa Siluet bağlanıp kumanda edebilirdi.

“Bence iş görür. Yakıt ikmali yapılmış, kalkışa da hazırlanmış.” dedi Yotta ortak kanaldan. “Siluet, sen de bir bakar mısın?”

“Geliyorum o zaman.” dedi Siluet, şimdi taşıtın uyanan aurasını hissetse de doğrudan bağlantının daha garantili olduğunu düşünmüştü. O dikkatlice yürürken Yotta kopterin yanından fırladı, bir forkliftin paletine basıp tek katlı bir konteynere oradan da bir diğerine sıçradı. O başka bir konteynere tırmanırken Siluet yargılayıcı bir bakış atıp yürümeye devam etti. Rafların önünde oturur ya da yatar pozisyonlardaki cesetlerin yanından ilerlerken, istemeden kendini cansız bedenlerle aurası olmayan sürgünleri karşılaştırırken buldu. Hissettiği aynıydı. Kafasını raflardan uzağa çevirdiğinde kurdeleleşen ipliğin büküldüğünü, renklerinin ise canlandığını gördü, hafif bir öfori de auraya eşlik ediyordu. Oraya doğru yöneldi, rafların köşesinden döndü ve bir konteynere sırtını dayamış, yüzü rampanın ağzına dönük bir cesetle karşılaştı. Gözleri kapalı, uzun yüzü ise ifadesizdi. Diğerinin aksine kafası tütmüyordu. Siluet adamın dudağının seğirdiğini gördüğünü sandı ve irkilerek geri sıçradı.

“Kızım ne oyalanıyorsun orada, çabuk ol. Birileri kopterin çevresindeki cesetleri sürüklemiş. Dikkatli olun.” diye seslendi Jumjuma.

Siluet kendine “Streslisin, sakin ol, derin nefes al. Katil gitti…” derken, aralarındaki konteyner duvarından dolayı göremediği Jumjuma’ya ise o taraflara doğru bir bakış atarak “Geliyorum.” dedi. Yeniden önüne döndüğünde ceset ona bir tabanca doğrultmuştu. Bir saniye boyunca gördüğü şeyi, hafifçe sallanan namlu ağzının ne olduğunu anlamaya çalıştı. Beyni çaresizce desteleyecek bir şeyler ararken bedeni donakalmıştı. Gözlerini yumdu ve tek el silah sesi duydu. Göz kapaklarının ardında her bir dalgası farklı bir renkten coşkun bir deniz patlıyordu. Ölmüş olmalıydı. Kulağındaki binlerce tondan çınlayan çığlıklar sessizleşirken yaşadığını anladı. Yavaşça gözlerini açtığında cesedi gördü. Canlıydı ve bir hemi mermisi omzunu deştiğinden yattığı yerde şiddetlice sarsılarak nöbet geçiriyordu. Tabancası elinin ilerisindeydi.

“Siluet, geri çekil!” diye bağırdı Jumjuma, o da sorgusuz itaat etti.

“Hedef etkisizleştirildi.” dedi Yotta ve konteynerlerin tepesinden sıçrayıp, ipine tutunduğu vinçten kendini aşağıya savurdu. Üst raflardan seke seke inip adamla Siluet’in arasına kondu. O adamın silahını alıp üstünü ararken Jumjuma olay yerine ulaşmıştı. Siluet’e “Merak etme, sorun yok.” dedi ve Yotta’nın yanına geçti.

“Esbeyni var!” diye bağırdı Siluet. Şimdi kenarda bir sandalyeye oturmuştu, elleri titriyordu.

Jumjuma sentetik kolunun içinden çıkardığı blokörü adamın ensesindeki veri portuna yapıştırdı. Yotta ise adamı çevirip ters kelepçeledi.

“Esbeyni olan tek canlı olduğuna göre seri katilimizi bulduk sanırım.” dedi Yotta.

“Kırk kişiyi yakabilecek bir desteci olsa bana tabanca çekmezdi.” dedi Siluet. Şimdi biraz daha sakinlemişti. Bir saniye durduktan sonra “Teşekkür ederim Yotta.” dedi zorlanarak.

Yotta kafasını eğerek selamlarken Jumjuma “Bir şey onu proksi olarak kullanmış olamaz mı?” dedi.

Siluet’in tüyleri ürperdi. “Bilmiyorum…” dedi yavaşça.

“Bilinci yerinde. Birazdan konuşabilir hale gelir. Sorgular, burada ne çöp döndüğünü öğreniriz.” dedi Yotta.

“Burada daha fazla kalmak istemiyorum, elemanı koptere yükleyip direkt devam edelim derim.” dedi Jumjuma.

“Çok karanlıktayız Jumjuma. Aurasını hissediyorum ama ona erişemiyorum. Bu ne demek bilmiyorum.” Siluet olası Jüpiter tehdidinden bahsetmeli miydi bilemedi o düşünürken Jumjuma cevap vermişti.

“Anlıyorum ama bu kalmamız için yeterli bir sebep değil.”

“Lütfen…” diye sayıkladı adam. “Öldürmeye geldiniz sandım… Diğerleri… Herkes… Bir anda…” yanağı yerde, sesi ağlamaklı, söyledikleri zar zor anlaşılıyordu.

“Derhal burada neler döndüğünü anlat!” diye bağırdı Yotta. Tek eliyle kaldırdığı adamı karşısına oturtmuştu.

Jumjuma kanaldan sessizce “Buna vaktimiz yok.” dedi ama Siluet sesinde istemsiz bir kabullenme sezmişti.

“Özür… Dilerim… Anlatacağım… Ne isterseniz. Yeter ki bana zarar vermeyin.” Siluet Yotta’nın arkasından ancak adamın tir tir titreyen elini görüyordu.

“Dökül o zaman… Çabuk!” dedi Yotta, şimdi adamın önüne çömelmiş yüzleri karşı karşıyaydı.

Boğazını temizledi, olabildiğine düzgün konuşmaya çalışarak “Benim adım Joseph, Joe. Londra’lıyım. Aegis için çalışıyorum.”

“Yotta, adamı hemen paketle! Sorgunu uçarken yaparsın.” dedi Jumjuma sabırsızca, bu sefer açık kanaldan.

Siluet endişelenmeye başlamıştı, hangardan çıkmaya kalkarlarsa ne olacağını bilmiyordu ama emin olmadan bir şeyler söylemekten de çekiniyordu.

Yotta bir şey demeden Joe’nun üzerine eğildi, kaptığı gibi omzuna attı. Adam ise titrek sesiyle konuşmaya devam ediyordu.

“Aegis… Birlik şirketi… Amacımız Jüpiter’in siberbeyinlere erişimini engellemek…”

Siluet’in hem gözleri hem ağzı olabildiğine açıldı, tüyleri ürperdi, demek doğruydu. Dövmeleri altın ve ametistten parladı.

Jumjuma bir sağına bir soluna bakarak iki kez siktir çektikten sonra sentetik koluyla adamı Yotta’nın omzundan çekip yere çarptı. “Seni şerefsiz!” diye bağırdı suratına, tabancası kafasına dayalıydı.

“N’oluyor komutanım? Tehdit nedir?”

Siluet biliyordu.

Jumjuma “Herkes bu çöpü bildiğinden öldü, değil mi? Bizim de ölmemizi umdun değil mi, şerefsiz!” dedi.

“Hayır… Valla… Ben…” diye bir şeyler geveliyordu adam. Gözlerinden yaşlar akıyordu.

“Eğer ben izin vermeden bir kelime daha konuşursa boynunu kır.” dedi Jumjuma seslice ve adamı Yotta’ya savurdu.

Yotta kafasıyla onayladı. Tek eliyle adamın boynunu ensesinden kavradı.

Yotta kanaldan “Neler oluyor burada Jumjuma?” diye sordu.

“Yerdeki pislik!” diye seslendi Jumjuma, adamın bakışlarını yakalayınca da “Eğer doğru söylüyorsam onayla, ses çıkarırsan ölürsün.”

“Aegis mi ne çöpse bu şerefsizler esbeyin sinyallerini Jüpiter’den gizlemenin bir yolunu buldu, değil mi?” Joe onaylamıştı.

“Seri üretim Jüpiter-geçirmez esbeyin?” diye sordu Siluet araya girerek. Joe kafasını iki yana salladı.

“Yok, zaten burası biyotek labına da benzemiyor. Esbeyin başka bir yerde üretilmiş olmalı.” Joe onayladı.

“Seri üreteceklerini de sanmıyorum.” diye ekledi Jumjuma. Joe parmağıyla ‘bir’ işareti yaptı sonra da elini kafasına götürdü.

“Diyorsun… Yine de bu seni kurtarmaz şekerim, seni öldürür esbeynini yanımıza alırız” dedi Siluet.

Yotta kanaldan “Peki neden ölmedik, hakikaten?” diye sordu.

Siluet’in artık bildiklerini gizlemesi için bir neden kalmamıştı.

“Hangar Jüpiter’in aurasını engelliyor.” dedi sonunda.

“O zaman zaten öldük ama henüz sinyali ulaşmadı…” diye fısıldadı Jumjuma.

Üçlü bir süre sessiz bakıştılar. Joe çırpınarak söz istiyordu ama kimse oralı olmadı. Sessizliği bozan yine Jumjuma oldu.

“Riski anlamadan bu hangardan çıkamayız, o kesin ama çok da zamanımız kaldığını sanmıyorum.”

“Zaman sıkıntısı neden?” diye sordu Yotta

“Jüpiter burayı tehdit unsuru kabul ettiyse kıyamet koptu kopacak demektir. Şu bina, komuta merkezi olmalı, hızlıca oraya geçelim, belki bir şeyler buluruz. Dikkatli olun, başkaları da olabilir. Siluet sen arkadan takip et.”

“Dallamadan birden fazla olduğunu sanmıyorum. Aurası tek, benzer başka bir şey hissetmiyorum…” dedi Siluet, bir yandan Jumjuma’nın planını anlamaya çalışıyordu.

“Bu hayatımızı kolaylaştırır, yine de her şeye hazır olmak lazım.”

***

Penceresiz odanın duvarları ölü ekranlarla, panolarla ve göstergelerle kaplıydı. Kenarlarda bilgisayarlar ve önlerinde koltuklar, ortada küçük bir yuvarlak masa ve çevresinde dört sandalye vardı. Yotta odadaki güvenlik cesetlerini çıkardıktan sonra Joe’yu bir sandalyeye bağlamış, omzundaki yarayı travma spreyiyle kapattıktan sonra ağzını da bantlamıştı. Enerji olmadığından bilgisayarlardaki verilere ulaşmak mümkün değildi. Jumjuma enerji olsa bile verilere desteleyerek ulaşabileceklerini sanmıyordu. Tüm bilgisayarlar siberbeyin-öncesi bir zamanın teknolojisiyle üretilmişti, antika sayılabilecek port girişlerine doğrudan bağlanmaları mümkün değildi. Kâğıt dosya, belge, tablet ve kendi bataryası olan ne varsa onlar gelmeden yok edilmişti.

Siluet ise gafil avlanmış olmasının sarsıntısını yaşamaya devam ediyordu. Bir yandan çömeze rezil olduğunu, bir yandan da Jumjuma’yı hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyordu. Ağlamak istedi. Onun yerine dövmelerinin mavi, kırmızı, yeşil ve mor arasında gidip gelmesine izin verdi. Nihayet giderek solarak sönen bir buz mavisi yavaşça bakırımsı bir sarıya seyretmişti. Gözleri Joe’nun gözlerine kilitliydi. Adamsa gözleriyle ondan özür diliyordu. Siluet’in içinde intikam hissi yoktu, hatta baktığında kendine ateş edeni görmüyordu. Merakla anlamaya çalıştığı aurasını görüyordu. Kurdele hala oradaydı. Koca bir hangarın Jüpiter’den korunmayı sağlayacak bir teçhizatı barındırması anlaşılabilirdi. Küçücük bir esbeyinde bunu başarmak ise bambaşkaydı. Bilinmezlikte kendini ispatlamasına yardımcı olabilecek bir fırsat sezdi. Derin bir nefes alıp Jumjuma’ya yöneldi.

Kadın ana enerji panosunun hemen önünde, bir elinde kaskı, diğerinde Joe’nun istemsizce paylaştığı acil durum jeneratörünü devreye sokan analog anahtar, sırtını duvara dayamış, düşünceli bir şekilde bekliyıordu.

“Yardım lazım mı?” diye sordu özel bir kanaldan.

Jumjuma kafasını iki yana salladı. Anahtarı yavaşça deliğine soktu.

“Bilmiyorum Siluet… Ne bizi neye bulaştırdığımı ne de buradan nasıl çıkacağımızı…” derken sesi gerçekten endişeli geliyordu. Siluet Jumjuma’nın kendinden şüphe duymasına alışkın değildi.

“Bir yolunu buluruz, hep bulduk…”

“Durum şu… Saldırıya rağmen destek kuvvet gönderilmediğine göre ya Birlik’ten ciddi bir güç bu işin içinde ya da Jüpiter Birlik’in buradaki durumu anlamasını engelliyor. Hangisi daha kötü bilemiyorum.”

“Bunun bizle ne alakası var?”

“Alakası şu, eğer ben bunu çevirirsem…” derken anahtarı gösteriyordu… “…bu üs uyanacak. Ne olacak, kime nasıl bir bilgi gidecek bilmiyorum…”

“En kötü ihtimal?”

“Hangar kapısı açılır, üçümüz de anında ölürüz.”

“Bu pek kulağa güzel gelmedi… İkinci en kötü ihtimal?”

“Birlik burada bir şeylerin ters gittiğini anlar. Bir ekip gönderirler, kapı açılır ve ölürüz.

“Jüpiter kesin peşimizde diyorsun…” dedi Siluet. Kapının açılması Jüpiter’in onların esbeynine erişebileceği anlamına geliyordu.

“Aksini düşünmek için bir nedenim yok.”

“Eğer dert ettiğin bildiklerimizse ondan kurtulmak çok da zor değil.”

“Format mı atacaksın bize?”

“Aynen, 20-30 saatlik bir kaybımız olur, ölmeyiz. Yalnız hayalet kodun lazım olacak…”

Jumjuma biraz düşündü ve yanıtladı: “Yine de garantisi yok. Hatırlamıyor olmamız Jüpiter’in bizi bağışlayacağı anlamına gelmez.”

“Orası öyle…”

Jumjuma anahtarlı panele sırtını dayadı ve pencereden hangarın dev karanlığına bir bakış attı.

“Şu Aegis ile ilgili bir şeyler bulursak, nasıl çalıştığını anlarsak, daha iyi bir tehdit değerlendirmesi yapabilirdik. Enerji olmadan bir halt öğrenmek mümkün değil…”

Siluet doğru zamanın geldiğini hissetti

“O zaman sana başka bir teklifim var şekerim, ama nefret edeceksin.”

Jumjuma gözleriyle anlat dedi.

“Bak şimdi, hangarın teknolojisini bilemem ama sonuçta dallama kendini Jüpiter’den korudu. Esbeyninin çıkışında standart bir port var, blokör de işe yaradı. Diyorum ki…”

“Hayatta olmaz!” diye araya girdi Jumjuma.

“Bal gibi olur, korkacak bir şey yok… Sonuçta eleman desteci değil, bir şey değil. Pahalı esbeyniyle caka satan bir ofis götlü…”

“Yine de… Kendini nasıl koruduğunu bilmiyoruz.”

“Bebeğim benim, işte zaten onun için dalıyorum ya… Kafasını kesip içeride ne varmış diye bakmak istemiyorsan tek yol bu.”

“En üst düzey bariyerler olacak, bubi tuzakları, mayınlar…”

“Görmediğim şeyler değil.”

Jumjuma bir iç çekti. Siluet gülümsedi.

Beş dakika sonra üçlü Joe’nun etrafına dizilmişti. Yotta arkasına geçtiği adamın kafasına tabancasını dayadı. Biraz geride bir masanın üzerine oturmuş olan Jumjuma, şimdi yine kasklıydı, Joe’ya “Blokörünü çıkaracağız, bir şey denersen beynini patlatırız.” dedi. Siluet boncuk boncuk terleyen, bantlı ağzıyla yalvaran adamın karşısına oturdu, kendi veri kablosunu çıkarıp adamın portundaki blokörün yerine taktı.

Önce kör edici bir ışık, Siluet’in bunu bekliyordu. İnsan-insan arayüz yapısı, bu sonsuz beyazın içinde kıl kadar ince çizgiler tarafından örülerek oluşturuluyordu. Hayalet kodlar olmadığında aşılması gereken bir labirent. Labirentler o an oluştuğu için desteci kartları burada işe yaramazdı, doğrudan müdahale gerekirdi. Bu siberbeyin destelemeye kalkan aşağı yukarı tüm desteciler için aynıydı. Siluet hariç. O labirenti hiç görmüyordu. Tek gördüğü dağılıp yayılan, eğilip bükülen doğrulara eşlik eden ses, koku ve dokulardı. Yapıya adapte olmaya, onun ritmini çözmeye henüz başlamıştı ki bir mızrak hızla fırlayıp bariyerine çarptı.

“Siluet!”

Konsantrasyonuyla boğduğu sesin sahibini anlamadı ama Jumjuma olduğunu tahmin etti. Gerçek dünyada fark edilir bir tepki verdiğine göre bedeni sarsılmış olmalıydı. Mızraklar ardı sıra uçup saplanmaya devam ediyordu. Bir desteleme karşıtı savunma sistemi? Henüz hiçbir şey yapmamıştı oysa… Bariyerini onarıp yenilerini örmeye odaklandı. Yapıyı tanımaya başladığında iki varlığı fark etti, bağımsız iki aura. Birincisi alelade bir esbeyin. İkincisi sıcak, renkli, fırıl fırıl, öforik bir şey… Kalp atımıyla ip ve kurdele arasında gelip giden dinamik bir şey… Kurdele bir yapay zekâydı ve ona ölümüne saldırıyordu. Hatta esbeyin tamamen savunmasızdı, yapay zekâ esbeynin tüm gücünü saldırısına kullanıyordu, esbeynin çevresinde bariyer bile oluşturmamıştı. Siluet istese adamcağızın beynini anında yakıverebilirdi, muhtemelen bu yapay zekanın da sonunu getirirdi. Siluet bu stratejinin işe yaramayacağını düşünürken kurdele mor ve mavi arasında gidip gelmeye başladı. Mızraklar azaldı ve esbeynin çevresinde bir bariyer oluşmaya başladı. Öfori hissi o kadar baskındı ki Siluet gerçek hayatta kıkırdadığını fark etti ve bunun takım arkadaşları tarafından zafere yaklaştığı şeklinde yorumlanmasını umdu. Adamı öldürmeyecekti, bu aşamada ona bir faydası yoktu. Peki bu saldırının amacı neydi? Siluet adamın çevresindeki bariyerin tamamlanmadan durduğunu hissetti. Nefesi kesildi. Kurdele onun düşüncelerini okuyabiliyordu.

Saldırılar yavaşlamıştı ama devam ediyordu. Siluet ise ‘ne istiyorsun?’ sorusunu düşünmeye odaklanmıştı. Kurdele ve ip birbirlerine dönüşürken renkleri de turuncu ve sarı arasında gidip geliyordu. Siluet saldırıya geçmeyi düşündüğünde dinamik yumak kırmızılaştı ve mızraklar artmaya başladı. ‘Sakin ol.’ dedi içinden ‘ne istiyorsun?’. Şimdi de bakırımsı bir turuncuyla parlıyordu. Siluet anladı, onun dövmelerini taklit ediyordu. ‘Amacın ne?’ diye sordu ve neşeli bir heyecandan başlayıp, meraka oradan da öfkeye ve kıskançlığa dönen bir dizi renk seçti. Yumaksa bu sırada farklı yönlere uzayan kurdelelere dönüşmüştü. Siluet anlamamıştı ve vakti azalıyordu. Düşünmemeye çalışarak bir iki saldırı denedi ama yapay zekâ bunları kolaylıkla bertaraf etti. Yeniden sorgulamayı denedi ve yine aynı sonucu aldı, benzer renkler ve ayrılarak uzaklaşan kurdeleler. Her soruşunda yeni bir kurdele daha ekleniyordu, şimdi altı tanesi farklı yönlere uzuyordu. Saldırıları öngörüldüğünden başarılı olma şansı çok düşüktü. Güvenli bir şekilde bağlantıyı koparmak da giderek zorlaşıyordu.

Takım arkadaşlarıyla bağlantısını kesti, korkmasınlar diye eliyle de her şey yolunda gibilerinden bir işaret yaptı.

‘Şimdi eğer ben esbeyni Jüpiter’den gizlemeye çalışan bir yapay zekâ olsam benimle temasa geçen başla bir esbeyne ne yapardım? Jumjuma beni öldürecek ama ben senin niyetinin kötü olduğunu düşünmüyorum kurdele kardeş.’

Saldırılar devam ediyordu. Yalandan bariyerini indirmeyi düşünmeye çalıştı. Karşısındaki oralı olmalı. Bu sefer bağlantıyı kesmeyi düşündü. Karşısındakinin ne yapacağını kestiremedi. Bir daha bağlanmak mümkün olmayabilirdi. Gerçekten hissederek ‘bariyerimi indiriyorum’ dedi. Saldırılar kesildi. Siluet bariyerini indirdi. Yapı yerine sonsuz beyazlığa bıraktı.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *