Gözlüklerinde işbaşı anonsunun sessiz sinyali yanıp söndüğünde, Porte Saint-Denis anıtının etrafında toplanmış yüzlerce gündelikçi kapağı açılmış barajdan fışkırarak kaçan sular gibi çevre caddelere akmaya başlamıştı. Sabah güneşi halen yanlarında yükselen apartmanların arkasında gizlendiğinden ve betondan kökleri çatılara saplanmış, metal ve plastikten bir ağ tepelerindeki gökyüzünü sardığından, ayaz upuzun bir gölgedeydiler. Hızlı adımlarla, yalpalayarak, birbirlerine ve diğer her şeye çarpa çarpa yürüyen güruh bir yandan da dört farklı dilde ve onlarca farklı aksanda konuşuyordu. Difüzyonla çözgenlerine yayılırken entropiyi minimize etmeye çalışan parçacıklar gibi ilerlerken ne bir istikametleri vardı ve ne de dinleyenleri… Son yıllarda daha çok bir gelenek olarak yaygınlaşmaya başlamış yürüyüş amaçsızdı, konuşmalar ise döküntü akıllı gözlüklerin çizik camlarına yansıyan hamallık, korumalık, bekçilik, temizlik, eskortluk, bineklik ya da şoförlük gibi işlere verdikleri teklifleri seslendiren komutlardan ibaretti. Topluluk zamanla seyreleceğine, dar sokaklardan ve terk edilmiş apartmanlardan katılanlarla daha bir gür akmaya başlıyordu. İstilayı, apartmanların balkonlarından, düşük bütçeli bir zombi filmi izliyormuş gibi beklentisiz bir heyecanla takip eden serbestçiler ve sözleşmeliler kendinden daha şanssızların varlığını hissetmenin yarattığı rahatlamayla günlerine başlamaya hazırlanıyorlardı. Yol kenarında, nehir başında balık avlayan ayılar gibi pusuda bekleyen mahallenin okulsuz ve ayakkabısız çocukları, karın tokluğu ve barınak peşinde gözlüklerindeki sanal dünyada kaybolmuş bu insancıklara acımasız şakalar yapmaktan çekinmiyorlardı. Enseye patlatılan şaplaklar ve popoya atılan pandiklere küfür ve birkaç saniyelik kovalamaca eşlik ediyordu. Beriki aparman arasında önceden belirlenmiş saklanma yerine sinerken öteki mecburen iş arayışına geri dönüyordu. Saatlerce devam eden kaosta günü kurtaran azınlığın havaya yükselen yumruk ve sevinç çığlığından ibaret kutlaması, keşmekeşe ayinsi bir dans havası katarken geride kalanlar kıskançlık basıncıyla daha bir gaza geliyordu. Gün ilerleyip umutlar azaldıkça adımlar sıkılaşıyor, sesler yükseliyor ve komutlar hızlanıyordu.
Güney istikametini tercih edenler Saint-Denis’den akarken, Kahire caddesiyle kesişme noktası kapalı olduğundan bir yerden sonra ya geri dönmek zorunda kalıyor ya da ara sokaklara kıvrılıyordu. Öğlene doğru iyice azalmış olan kalabalığın özellikle kokusundan dolayı pek tercih etmediği bir mevki, Kahire pasajı, günü kurtaranlardan bir kısmının geceyi geçireceği teklik kutuları ile envaı çeşit otomat arasında sıkışmış, tepesi saydamlığını kire ve çöpe kurban etmiş cam paneller ile kapalı daracık bir sokaktı. Tam da şimdi, işbitti anonsuna dakikalar kala, bu yarı-uyur-konuşur-gezerlerden talihsiz bir çömez, pasajdan Kahire meydanına adımını dikkatsizce attığında, gözlük camında tehlikenin kırmızısıyla yanıp sönen “sınıra yaklaştın, geri dön” uyarısıyla kendine gelmişti. Gözlüğü saydamlaştığında gezindiği sanal dünyanın renkli sayfalarının yerini meydanın beş ağacına, kırık dökük banklarına ve kesişen caddelerine bıraktı. Burası Onbuçuk’un sınırıydı. Güneye doğru tüm çıkışlar birbirine geçmiş legolar gibi dizilmiş, ikişer buçuk metrelik metalik mat gri küp şekilli yapılarla kapatılmıştı. Beriki tek ayağı şimdi geri almaya çalıştığı adımdan dolayı havada, yutkundu. İnsansız kalabalık kontrol robotları “ayaklılar” bu kaba hatlı, uyarı sembolleriyle süslenmiş kutularının içinde uyurken bile karşısındakinin yüreğine korku salmayı başarıyordu. Gaz, plastik mermi ve elektroşok ihtimallerinden kaynaklanan dehşet dalgası titrek bacaklarını, beyin henüz durumu tam olarak idrak edemeden yüz seksen derece çark ettirmişti. Nefeslenip sakinledi. Saati kontrol ettiğinde bugün de işsiz ve parasız kalacağını kabullenmenin acısıyla tam da meydanı terk edecekken hemen önünden yükselen binaya son bir bakış atmadan edemedi.
Meydanın köşesindeki bu bina az önce içinden geçtiği Kahire pasajının tepesine, şehrin ikonik lütesyan kireçtaşından yüz yıllar önce inşa edilmiş Hôtel du Sentier’di. Gözleri binanın katlarında tırmanırken geyşa, Joker ve Guy Fawkes makyajlarıyla süslenmiş inek kulaklı Hathor büstlerini, grafiti bezeli duvarlarındaki Jüpiter savaşlarından kalma kimi acemice sıvanarak kapatılmış kimi olduğu gibi bırakılmış patlayıcı ve mermi izlerini dikkatlice süzdü. Dişçisinden kuaförüne, terzisinden elektrikçisine, masözünden bilgisayarcısına bina sakini birçok muhtelif serbestçinin gerçek dünyada sönük neon tabelalardan ibaret reklamları gözlüğünün camında, büyüyüp küçülen, telif haksız cingıllar eşliğinde dans eden canlı renkli yazılar halinde beliriyordu. Süslü kemerlerin altındaki yitik camların boşluğunu kapatmak için kullanılan muşamba kaplamaların ve pencerelerden kurusun diye sarkıtılmış çarşafların rüzgarla çırpınmaları bu reklamlara ritim tutuyordu. Napolyon Fransa’sının mısıromani dönemine özgü hiyeroglif desenlerini ya da klasik dönem mimarisinin izlerini takdir edemese de binanın yorgun yaşlılığını hissetmişti. Yine de en kötüsü hiçbir estetik kaygı gütmeden binanın damına hunharca saplanmış grafenli betondan pençelerdi.
Yüzlerce farklı binanın tepesinden farklı açılarla yükselen binlerce sütun Onbuçuk’un semasını saran tüneller, köprüler, geçitler, parklar, bahçeler ve konteyner evlerden ibaret Asmalık denen üst-banliyöyü taşıyordu. Gözleri sütunu çepeçevre dolanan tesisat borularını takip edip Asmalık’ın kalabalığında kaybolurken, kat kat, yükseldikçe küçülen, mozaik desenler gibi sonsuza yayılan renkli nokta ve çizgilerin aralarından sızan ve parlak yüzeylerden yansıyan güneş ışınları ile geometrik birlikteliğini kaleydoskopa bakan bir çocuk gibi büyülenerek izledi. Birbirlerine geniş açılarla yaklaşan sekiz konteynerden ve ortalarındaki yeşil alandan oluşan yüzlerce konaklama kompleksi tepesinde farklı yüksekliklerde uçuşuyormuş gibi görünürken, mahallelilerin bunlara neden kelebek dediğini daha iyi kavramıştı.
Elleriyle gözlerine gölge yaparken, Hôtel du Sentier’in hemen tepesindeki yere en yakın kelebeğe neredeyse dokunabilecek kadar yakınmış gibi hissetmişti. Bakışları otelden koptuğundan beri gözlüğündeki renkli reklamlar kaybolup yerini sanal bariyerlere ve gerçekliğin sönük griliğine bırakmıştı. O serbestçilerin kelebekte yaşayacak kadar parası olamayacağından bu evlerin sakinlerinin sanal dünyada reklam yapmaktansa korunmayı tercih eden sözleşmelilerden, çapulculardan ya da tayfalardan ibaret olduğunu düşündü. Kıstığı gözleri ile güneş ışıklarının saldırısına aldırmadan birbirinin aynısı, süssüz kirli beyazdan kimi panjurlu kimi çıplak aynalı camdan pencereli dikdörtgen prizması evleri, asılı üçgen geniş saksılardan sarkıp ardışık plastik plakalardan ibaret sokakların zincirden korkuluklarını saran, uzaktan yapmaymış gibi görünen beyaz çiçekli koyu yeşil sarmaşıkları süzdü. Öğle vakti olmasına rağmen dışarıda kimsecikler yoktu. Bakışları tam bu kelebeği terk edecekti ki son anda sondaki evin bariyerinin olmadığını fark etti. Kendinden beklemediği bir merak duygusuna yenilip odaya bakıverdi. Odanın sahibinin ismini okuduğunda hevesi sönerek yerini aniden yükselen bir korkuya bıraktı. Bir yandan kendine küfrederken, çapulcunun onun girişini fark etmemiş olmasını umarak kendini pasaja attı.
Jumjuma’nın kulakları dakikalardır acımasızca tekrar eden “öncelikli mesaj” sesiyle tırmalanıyordu. Önce sesin kafasında çalıyor olduğunu varsaymış, siberbeyninin arayüzü olan asistanı aracılığıyla kapatmayı denemişti. Olmayınca rüyasına dahil etmiş, yumruklayarak ya da ateş edip patlatarak susturmaya çalışmış ve yine başarısız olmuştu. Göz kapakları kaldıramayacağı kadar ağırdı ve görünmez matkaplar şakaklarından girip beynini deliyordu ama yine de o gerçekliğini yadsıyamayacağı bu amansız mesajcıyı durdurmak için harekete geçmeye niyetlendi. Geniş omuzlu, fit vücutlu siyahi kadın ellerini yatağı paylaştığı iki vücudun arasından sıyırarak gözerini açmadan yerinde yükselmeye çalışırken hacimli afro saçlarıyla hızlandırılmış bir videoda topraktan fışkırıp büyümesi gösterilen bir ağaç gibiydi. Ağacın dalları, biri et ve kemikten koyu kahverengi diğeri sentetik gece siyahı kaslı kollar, holograf tarafından yansıtılan ve yatağından bir buçuk metre uzakta, menzilinin çok dışında havada süzülen biri kırmızı diğeri mavi iki zarf ikonuna dokunmak yerine hemen önünde olmayan bir sineği kovalarcasına beyhude sallanıyordu. Nihayet pes edip gözlerini açtığında ses dalgaları kadar vicdansız fotonlar gözlerini bombalamaya başladı. Odanın ışığı tahammül edilebilir hale geldiğinde ise bu sefer tüm oda, tavandaki onun zenitinin etrafında fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. Uykudakilerin homurdanmalarına aldırmadan etrafındaki çıplak ve terli vücut parçalarından destek alarak kendini çekti, itti ve yataktaki ilk boşluğa bağdaş kurdu. Ensesinden siberbeynini yataktakilere bağlayan ve bedenleriyle birlikte zihinlerinin de birleşmesini sağlayan veri kablosunu nazikçe söktü. Yüzüne sürüp, bir kısmı kabarık diğer tarafı sönük saçlarının arasına gömdüğü elleriyle yana yatırdığı kafatasının farklı noktalarına bastırarak ağrısını ertelemeye çalıştı. İşe yaramadı. Yatağın ucuna kadar süründü ve gerinip uzanarak yansı sembolüne dokunmayı başardı. Alarm susmuştu.
Şimdi sıra katil ışığı halletmeye gelmişti. Panjurlara kapanma komutu vermek için konuşmaya çalıştığında boğulmakta olan bir zavallının anlaşılmaz son sözlerini andıran sesler çıkarttı. Çatlamış dudaklarını yaladı ve neredeyse olmayan tükürüğüyle kuru boğazında yutkundu. Gözlerini kısabildiğince kısıp odayı en yakındaki su kaynağını tespit etmek üzere taradı: yarı dolu rakı şişesi, geceyi içilmeden atlatmayı başarmış bir anka kokteyli, boş bardaklar, kırık bardaklar, çerez dolu bir kâse, boş vücut yağı şişesi, muhtelif oyuncaklar, artık dolu tabaklar, çöp poşetleri ve çay mı o? Nihayet, yerde bir grup MiG inhalerinin arasında içinde suya benzeyen bir şeyler taşıyan bardağı gözüne kestirdi. Yataktan planlı bir şekilde düştü ve yerde emekleyerek hedefine ulaştı. Boğazı ıslanırken ayağa kalkmayı başarmış Jumjuma’nın gözleri yatağındaki iki misafirini keserken aklı gecenin gerçek hayallerine dolandığında kalbi yeniden hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Bir saniyeliğine yatağa geri dönmeyi, yılan gibi kıvrılarak bedenlerin arasına yerleşmeyi düşündü. Ne de olsa inzivadaydı. Bir şey ona izin vermedi. Panjurların kapanmasıyla loşlaşan odada gözleri nihayet renkli, orantılı ve ıslak bedenlerden isteksizce uzaklaşıp havada süzülen renkli zarf holograflarına erişti. Mavi olanın başlığını okudu “Acil Tahliye Emri”, hemen altındaki aslan kafası sembolü yaptırımcının Léon Güvenlik olduğunu ifade ediyordu. Tek kaşını kaldırıp dudak büktü. Kırmızı zarf ise başlıksızdı. Zarfa bakarak birkaç saniye geçirmişti ki aniden bariz durumu tam olarak kavrayıp elindeki bardağı düşürüverdi.
“Siktir!”
Mesajlar odadaydı. Odanın içinde… Oda mesaj kabul etmemeliydi çünkü o inzivadaydı. Görünmez, bulunmaz ve erişilmezdi. Yani öyle olmalıydı. “Yani…” derken sadece düşünceleriyle kontrol ettiği asistanından şüphelerini doğrulamasını istedi. “…destelendim” dedi odanın bariyerinin kırılmış olduğu doğrulandığında. Hemen odayı siber saldırılardan koruyan bariyerin yeniden yükseltilmesi emrini verdi.
Endişenin sıcaklığı karnından uzuvlarına yayılırken yataktaki ikili seslerin ve yokluğunun yarattığı boşluğun etkisiyle homurdanarak uyanmaya başlamıştı. O yanı başındaki komidinin orta çekmecesinin üst kısmına yapıştırılmış küçük paketçiği el yordamıyla buldu, yerinden sökerek aldı, eliyle salladıktan sonra dişiyle ucunu kopararak açtı, içinden çıkan yamayı koluna yapıştırdı. Şaşkınlıkla onu izleyenlere döndü, endişelenmesinler diye sahte bir gülümseme de ekleyerek: “Canlarım üzgünüm ama gitmelisiniz.” dedi, elleri her ikisine de temas ediyordu. Onlar birbirlerine n’oluyor bakışları atıp sessizce toparlanırken ve herkes üzerine rastgele bir şeyler geçirirken ona yarısı gri diğer yarısı lacivert bol kesim bir kumaş pantolon, kendine üç beden büyük gelen bisiklet yaka meneviş rengi saten bir tişört düşmüştü.
Aklının farklı yerde olduğunu hissettiren birer kuru öpücük ve neredeyse çarpma hızında kapanan bir kapıyla misafirlerini gönderirken transdermal banttan emilen uyarıcılar nihayet ağrısını kesmiş, zihnini açmıştı. Ellerini kapıya dayayıp gerinerek derin bir nefes almıştı ki sağır edici bir alarmın çığlığıyla yerinden sekti. Oda ateş turuncusuyla parlayıp sönüyor, dolaplar, yatak ve masa içinden ve üzerinden dökülenlere aldırmadan açılıp bükülüp katlanarak duvarların içine çekiliyordu. Tahliye ediliyordu.
“Siktir!” dedi ve beklemeden asistanından destesini çağırmasını istedi, bir yandan da kendini duvarın üstüne kapanmaya çalışan masasının altına attı. Sentetik kolunu araya sıkıştırdı ve diğer eliyle masa çekmecesinin altındaki kompartmanı yoklayarak buldu. Odanın duvarlarında gizli mekanizmaların gıcırtılı bir çığlıkla devam eden baskısına Jumjuma’nın titanyum ve güçlendirilmiş polimerden kolu rahatlıkla direnirken alüminyum masa yamulup çatlayarak boyun eğmişti. Jumjuma gizli kompartımandan Glock-77sini çekip çıkardı ve kolunu sertçe çekerek kurtardı. Odanın zemini içindekileri dökmek üzere açılan kamyon damperi gibi dikey eksende dönmeye başladığında tabancasını beline soktu, ayaklarıyla henüz tamamen duvarın parçası olmamış bir sandalyenin sırtlığına ve yatağının kenarına basıp, elleriyle duvarları tutarak dengesini sağladı ve görüşünde kayan kartlarından ELKOY yazanı çalıştırdı. Oda sanki hatasının farkına varıp sakinleşmiş gibi yavaşça eski haline dönmeye başladığında Jumjuma bir yandan yarım açık panjurdan dışarıyı bir yandan da şimdi yerine tam oturamadığından tık tık atarak gıcırdayan masanın gürültüsüne aldırmadan tüm güvenlik sistemine el koyduğu kelebeğin altı kamerasının görüntülerini görüşüne yerleştirdi. Tabancası elindeydi.
Önce köşedeki parkın kenarından odasının hareketini şaşkın ve endişeli izleyen arkadaşlarını gördü. Onlara sessiz bir “hemen gidin” mesajı gönderdi. Oda tamamen yataylaşana kadar geçen saniyeler içinde, hafif kevlar zırhlı, balistik miğferli, üniformasız ama omuzluklarında özensizce takılmış gümüş aslan arması taşıyan, minimal sentetik sekiz kişiden oluşan tahliye timinin ellerinde TASER venom kusturucu batonlar ve FN303 kalabalık kontrol tüfekleriyle kelebeğin dört çıkışını da tutmuş olduğunu ve arkadaşlarının güvenlik görevlilerin arasından sıyrılarak sorunsuz alanı terk ettiğini gördü. Bir kameranın görüş alanına anlık giren bir gözlem dronu şimdi muhtemelen kelebeğin üzerinde daireler çiziyordu. Jumjuma dronun ya Hotel du Sentier’in damına ya da komşu kelebekteki odalardan birine konuşlanmış ve an itibariyle gömüldüğü sanal gözlüğünde kartlarına bakarak, mastır anahtara rağmen tahliyenin neden duraksadığını anlamaya çalışan bir desteci tarafından kumanda edildiğini düşündü. Tim komutanı, muhtemelen orta yaşlı bir kadrolu, timin yanında olmadığına göre desteciyle birlikte olmalıydı. Jumjuma namlunun ağzındaki kurşunu hızlıca kontrol etti ve yeniden destesini önüne dizdi. Oyuncak silahlardan ve sentetiksiz yeniyetme askerlerden, korkak liderden ve beceriksiz desteciden ekibin neye bulaştığının farkında olmadığı açıktı. Odanın bariyeri saldırı uyarısı verdi. Jumjuma’da anında bir TUTUN ile cevap verdi. Kart destecinin bariyerini delik deşik ettiğinde çevikçe bir SEKTİR başlattı. Bir saniye içinde destecinin sunucusuna bağlı tüm nodlar önünde belirmişti. Uyduruk bariyerli dokuz hedef ve silahsız bir dron. Ayaklı yok. Lider ve bir güvenlikle birlikte komşu kelebekte olan desteci fark edip onu sunucusundan atana kadar istediği tüm bilgiye ulaşmıştı. Şimdi gözünün önünde taktiyseninin düşük öncelikli olarak sınıflandırdığı hedefler nabızla atan turuncu noktalar halinde üç boyutlu bir haritaya yerleşmişti. Desteci Jumjuma’nkın peşinden gitmek yerine şimdi yeniden odanın bariyerine saldırı başlatmıştı. Jumjuma önce destecinin bubi tuzaklarından birine denk gelip kızaracağını düşündü ama sonradan saldırının iç katmana ulaşamayacak kadar zayıf olduğunu fark etti. Liderleri siber saldırıdan umudunu kesmiş olmalıydı. Timin kalanı dikkatlice ve yavaştan odaya doğru harekete geçerken Jumjuma turuncu noktaların hareketinden baskının an meselesi olduğunu anlıyordu. Sessiz bir komutla panjurları kapattırdı ve odadan ona dair tüm verileri silmesini istedi. Dışarıdan bir ses “Silahını bırak, bariyerini indir ve dışarı çık!” diye bağırdı. Basit bir tahliye için saldırı timi göndermek fazla agresif bir stratejiydi. Tutuklama ya da infaz peşinde olabilirler miydi? Ne olursa olsun bu kendini bilmez güvenlik bozuntularına teslim olacak değildi ama Asmalık’ta kobi sözleşmelileriyle çatışmak da istemiyordu. Birilerini öldürmek zorunda kalır da olay büyürse bir anda kendini Paris sokaklarında ayaklılarla ya da Opal örgüt ajanlarıyla köşe kapmaca oynarken bulabilirdi. İzlediği kameralar destelenerek görüntüleri tek tek sönerken, öncülerin pencerelere ulaşmalarına saniyeler kalmıştı. Tabancasını beline soktu, sentetik bileğine dokundu. Bir pencere gibi açılan ön kolunun iç kısmında ortaları bir parmak genişliğinde delik, irice bir bozuk para boyutundaki siyah damarlı kan kırmızısı yatay diskler, şurikenler diziliydi. Parmağını sürerek dört şurikeni topladı ve sentetik kolun işaret parmağına yüzük gibi taktı. Taksisyeni odanın kapısının çevresinde görünen dört turuncu noktayı işaretledi, silahını çekti ve odanın kapısına acil çıkış komutu verdi.
Büyük bir gürültüyle kapı menteşelerinden ayrılarak sokağa savruldu, Jumjuma hemen ardından şimşek gibi fırlamıştı. Havada uçarken kolunu savurdu. Şurikenlerden üçü korunmasız alanlara (bir çıplak boyun bir el bileği ve çatışma alanına kumaş pantolonla gelmenin bedelini ödetmek üzere bir bacak) yapışmış ama biri son anda geri sıçrayan güvenliği ancak kevlarından vurabilmişti. Elektroşok patlamalar ardı sıra yanarken Jumjuma havaya doğru dönüp tabancasıyla dronu vurdu. Dronun enkazından önce yere, panik ve spazmdan bacakları tutmayan üç güvenlik, ağzından salyalar saçarak düşmüştü. Jumjuma yerden sekip kendini kevlarında patlayan şurikenin şokunu atlatmaya çalışan güvenliğe savurdu. Kadına çarpıp devirirken elinden batonunu aldı ve kaskına gömdü. Kaskın parçaları korkuluk kenarından aşağıya uçarken kadın olduğu yerde kıvrılıp kusmaya başlamıştı. Fışkıran vücut sıvılarından kaçmak üzere geri seken Jumjuma’nın iki yanında oleoresin kapsiyum içeren iki turuncu küresel mermi kapsülü patladı. O dönüp bakmadan kendini yanıbaşındaki korkuluktan yuvarlayarak aşağı bıraktı. Tutunduğu sarmaşıklar düşüşünü yavaşlatmak için sökülüp parçalanırken sağda solda patlamaya devam eden kapsüllere aldırmadan kendini otelin damında iki beton sütunun arasındaki, tepedekilerin görüş açısının dışında kalan çöp yığınının üstüne düşürdü. Otelin, kelebeğin ters istikametinde kalan dikey yangın merdiveninden kayarak meydana indi. Onu aramak yerine yaralılarıyla ilgilenen güvenliklere uzaktan son bir bakış attı, sahte kimliklerinden birini çalıştırdı ve duvar kenarına yapışarak ulaştığı pasajda gözden kayboldu.
***
Jumjuma Onbuçuk’un göbeğinde, Türk Çuvalı adındaki desteci kafesinin sıcak, havasız ve loş bodrum katında, onlarca bilgisayar kurdunun ve klavye delikanlısının ortasında, dar sandalyesine yuvalanmış, somurtan bir ifadeyle gözüne yansıyanlara bakıyordu. Dar bir merdivenle inilen basık ama geniş alan, bir dizi dairenin duvarlarının yıkılmasıyla elde edilmişti. Üzeri kablo, poster ve küf mantarı kaplı badanasız ve duvarsız betonarme kolonların, eskimiş tesisat borularından damlayan sular bilgisayarlara zarar vermesin diye plastik örtüyle kaplanmış alçak tavandan sarkan yarısı göz kırpan açık sarı ve beyaz lambaların ve tekerlekleri dönmeyen, kollukları kırılmış, yırtık kaplamalı sandalyelerinin derbeder görünüşünün tüm katı ele geçirmesinin önündeki tek engel; her bir sandalyenin karşısında parke zeminden dünya-dışı cisimlermişçesine bir yabancılıkla yükselen koyu lacivert LG bilgisayar modülleri ve bunların enerji, net bağlantısı ve soğutma ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş, kablolardan ve kutulardan korulukları anımsatan düzeneklerdi. Gözlerini kapatıp kafalarını saran sanal dalış gözlüklerinden uzayan kablolarla bu koruluğa bağlanmış insanlar, zihinlerin özü teknolojik bir sağma makinesi tarafından emilen sıra sıra dizilmiş sağmallar gibiydi. Jumjuma dışmekan seslerini kıstığından yarım saattir onun hakkında fısıldaşan dedikoducuları, soğutucuların ve diğer aksamın uğuldamasını, oyuncuların ve sörfçülerin bağırış çağırışlarını duymuyordu. Koku duyusunu ise binaya girmeden kapattığından küf, plastik, ter, çorap, çakma feromonlu ucuz parfüm, bira, lahmacun, yanmış tütün ve çöp kokusundan da rahatsız olmuyordu. Gözlüğü sayesinde içinde kaybolabildiği görüşü dışında tek algıladığı fanlardan püsküren metalik havanın taşıdığı kuru sıcaklıktı. Yine de bir şekilde ortamın ağır kokularının ve boş gürültülerinin varlığını yanan gözleri ve damağındaki çirkin tatlarla birlikte gitgide yükselen bir sıkışmışlık duygusuyla hissediyordu. Belki de siberbeynin dört duyuyu bağımsız sansürleme çabası, algıların karmaşık doğası nedeniyle imkansızdı ya da gecikmiş bir güncellemeye ihtiyacı vardı. Belki de algılamıyor sadece hatırlıyordu ve beyni bu nostaljik beklentiyi dikenli bir gerçekliğe eviriyordu.
Eliyle gözlüğün tepesinden alnının terini sildi. Boynunu kütletip ellerini kilitleyerek yerinde gerindi ve Oculus gözlüğünü sakince çıkartıp kucağına koydu. Şöyle bir etrafındaki kafe müşterilerine bakınırken onu çaktırmadan izleyen birkaçı bakışlarını kaçırmış, kalanlar ise ya hop oturup hop kalkarak gürültülerine ya da ciddiyetle odaklandıkları sessiz işlerine devam etmişti. Kayıtçılar kanalları için içerik editliyor, yorumcular nefes almadan konuşuyor, oyuncular APM kasıyor, desteciler kartlarını güncelliyordu. Birileri bir şeylere sevinirken diğerleri ana avrat düz gidiyordu. Holografik ekranlar yerine kendi görüş alanlarını kullandıklarından, teknolojik bandajlarla sarılı gözleri ile olmayan bir şeylere garip tepkiler veren müritlerin lacivert putlara tapındıkları şamanistik bir ayinin parçası gibiydiler. Sıcak, koku, kalabalık, gürültü ve ergen bakışları onu bunaltmaya başlamıştı. Tişörtünün dışından belindeki tabancasını yokladı. Havaya bir el sıkmayı düşündü. Millet sinek gibi dağılırdı ama deldiği tavandaki plastiğin ardındaki ne olduğunu bilmek istemediği sıvı tepesinden aşağı akardı. ‘Daha da boka nasıl batarım diye merak ediyorsan…’ dedi içinden. Sonra kendine kızgın değil müteşekkir olması gerektiğini hatırlattı. Türk olmasa şimdi ensesinden uzayan veri kablosunun bağlı olduğu çift bariyerli modülün sağladığı korunmayla nette geziniyor olamazdı. Uyduruk görünse de Çuval hızlı ve güvenliydi. Ayrıca cebinde beş kuruş parası olmasa dahi elini kolunu sallayarak girebileceği nadir mekanlardan birisiydi. Jumjuma kendi tanrısına dönüp derin bir of çekerken görmek istemediği ekranları yeniden canlandırmak üzere gözlüğünü geri taktı.
Şimdi önüne yayılmış ve gözü odaklanınca yaklaşan sayfalarca veri, grafik ve liste anlamsızdı. Basit ama imkânsız bir öykü anlatıyorlardı. Odasını istila eden her neyse, banka hesaplarının içini de boşaltmıştı. Bu finansal çöküş mümkün olmayan bir mükemmellikle gerçekleştirilmişti. Altı farklı hesap, üçünden kendi dışında kimsenin haberi yok, sırra kadem basmıştı. Sadece silinmemiş varlıklarına dair tüm dijital izler kaybolmuştu. Barselona’daki ev, Berlin’deki depo, arabaları ve dört bir yandaki sayısız silah, teçhizat ve eşya kayıplara karışmıştı. Eksik ve küçülmüş hissetti. Para ve diğer maddi objelerin ötesinde geçmişinden ve zaferlerinden yitirmişti.
Kirasının otomatik ödemesi reddedilmiş, oda inziva kipinde olduğu için ihtarlar ve tahliye emirleri bekleme klasörüne atılmıştı. Bu sabah 10:09’da bariyeri kapatılmış, acil tahliye emrini içeren mavi zarf 10:30’da kırmızı zarf ise 10:47’de gelmişti. Jumjuma saldırganı ile ilgili iki sonuç çıkardı: onun rutinlerinden haberdardı ve amacı onu öldürmek değildi. İnzivada olduğu gün özellikle seçilmişti ama odanın bariyerinin olmadığı savunmasız zaman diliminde saldırıya uğramamıştı. Görüş alanının bir köşesinde sönük bir griyle yazılmış, odanın bilgisayarındaki savunma yazılımları kapatma komutunun kaynağı olan siberbeynin adres anahtarına buruk bir gülümsemeyle baktı. Jumjuma’nın bu 16 haneli kodu araştırması gerekmiyordu zira kodun sahibini zaten biliyordu. Buna göre bariyeri kapatan Jumjuma’ydı. Klavyecilik becerilerinin sınırındaydı. Bir desteciye ihtiyacı vardı. Hem güvenebileceği hem alanında iyi olan hem de bedavaya çalışabilecek bir desteciye… Listede tek isim vardı, Silüet’i hemen aramayı düşündü sonra gözü şimdiye kadar önemsemediği kırmızı zarfa yöneldi. Parmağıyla yakalayıp yakınlaştırdı.
“Şinobi…” deyiverdi fısıltıyla, gönderenin ismi tanıdıktı. “Bilgi simsarı Şinobi…” Çapulcuların olumsuz yorumlarından bir takım “şerefsiz” “piç kurusu” ya da düz “göt” betimlemesi köşedeki bir kutucukta belirdi. Gerçi benzeri ifadelerin sürekli farklı simsarları tanımlamak için kullanıldığı düşünüldüğünde gerçek Şinobi hakkında çok da fikir vermiyordu. Mektubun içinde sadece bir iş teklifi vardı. Çapullama. Minimal kapora, sıcak çatışma olasılığı düşük, tam yağma hakkı ve komisyon oranı pazarlığa tabi… Miktar da kallaviydi. Görevin detayları ön görüşmeden önce gizli kalacaktı. Ön görüşme… Bu simsar nette değil, gerçek dünyada bir buluşma talep ediyordu. Hem de bugün, bir buçuk saat sonra ve Onbuçuk’ta. Jumjuma’nın tüm iç güdüleri alarmdaydı. Gerçek olamayacak kadar iyi bir teklif, tam da dertlerinin zirve yaptığı anda mı onu bulmuştu? Şinobi odaya tam da bariyeri inikken girip, mektubu bırakıp, sessizce ayrılmıştı, öyle mi? Birileri onun bu işi kabul etmesini çok istiyor olmalıydı. Zarfın yanına genç bir adamın portresini çekti. Bugün öğlen sularında odasına uğramış, bir bakış atıp kaçmıştı. Bu gündelikçi de komplonun bir parçası mıydı yoksa sadece meraklı bir salak mıydı, emin değildi. Sesli bir of çekti ve simsarın ön görüşme teklifini kabul etti. Ortada bir tuzak varsa bile olup biteni öğrenmek için şu simsarla buluşmalıydı.
Gözlüğünü çıkardı, önbelleğini temizlediği bilgisayara kapanma komutu verip, sandalyesini geriye itti. Ortam seslerini geri açarken sandalyeden söktüğü gümüş reflektörlü hâkî yeşili kapüşonlu ceketini sırtına geçirip merdivenlere yöneldi. Dar koridorun tamamını kaplayan bir göbek ilerlemesini engelledi. “Bir kahvemizi içseydin” dedi Türk “Ne bu acele?” Bir elinde çay bardağında süvari kahve, dudağına yapışmış sarma sigarasıyla belli ki moladaydı. Üst kattaki kasap dükkanında çırak azarlamaya dönmeden önce, dikildiği merdiven ağzından işlettiği kafenin sakin olmayan sakinlerini izleyen adam, kurumuş kan lekeli önlüğü, mavi lastik eldivenleri ve kırmızı düğmeleri andıran sentetik gözleriyle korku filminden fırlamış gibiydi. Jumjuma yıllardır tanıdığı yufka yürekli Türk’ten kötü adam çıkamayacağını düşünerek gülümsedi ve “Başka zamana… Cekete el koydum, haberin olsun.” dedi.
Türk eşikten kenara çekilirken omuz silkti. Jumjuma sigara dumanının içini yararak merdivenlerden tırmanıp, fotoselli kapıdan kasap galerisine girdi. Beyaz floresan lambalarla aydınlanan fayans zeminli koridorda, sağında derisi yüzülüp parçalar halinde asılmasının korkunçluğunu maskelermiş gibi çiçeklerle süslenmiş küçük ve büyük baş hayvan bedenlerinin, solunda ise koca bir makinanın parçalarıymış gibi isabetli bir çeviklikle bıçak sallayan yamak ve çırakların arasından hızlıca süzülüp kendini sokağın soğuğuna attı. Kafenin insan ve makinelerinden, kasabın çiğ et ve kanından kurtulmanın hevesiyle koku duyusunu geri açtı ve burnundan derin bir nefes çekti. Et yanığı ve tütsü? Paris akşamından beklediği isli havadaki ekstra aromalar gözlerinden ve kulaklarından önce ona günün anlam ve önemini hatırlatmıştı.
Onbuçuk sokakları, her nevruzda olduğu gibi insan kaynıyordu. Yer yer yakılmış ateşlerin üzerinden atlayanlara, kokoreç, falafel, midye, krep ve hamburgerciler ile müşterileri eşlik ediyordu. Jumjuma seyyar satıcılardan ve yakılan tütsü otlarından yükselen, sokak lambalarının ışığının delmekte zorlandığı kalın dumanı yararak kendini tanıdık kaosun akıntısına bıraktı. Nevruz daha fazla güvenlik önlemi anlamına gelse de aynı zamanda kaybolunması kolay, eğlenceli ve sıcak bir denizdi. Asistanından rotasını çizdi ve kalabalıkla birlikte yürürken dertlerinin küçüldüğünü hissetti.
Köşe başlarına saklanan ayakçılar, ellerinde ya antidron tüfekler ya da sapanlarla gökyüzünü kesiyor ara sıra belli belirsiz bir hedefe ateş ediyorlar, kollarındaki kaç dron indirdiklerini gösteren dövmelerle bir gün aralarına kabul edilmek umuduyla tayfa leventi ablalarına ve abilerine caka satıyorlardı. Onlarca metre yukarıda, Asmalık kelebekleri arasızda vızıldayarak uçan yüzlerce dron sisin içinden işe yarar bir kayıt almak için beyhude çabalarken biri beklenmedik bir şekilde vurulup düştüğünde hemen yerini aynısının tıpkısı bir yenisi alıyordu. Pencereden sarkan arakçılar ise elindeki uzun saplı sepetlerle gökten yağacak hurdayı yakalama peşindeydi. Jumjuma kalabalıkla birlikte çığlık atarak vurulan bir dronun akıbetini kutladı ama kısa kesilen sevinç nidalarından da anlaşılabileceği gibi duvara çarparak parçalanan zavallı hiçbir arakçıya nasip olmamıştı.
Jumjuma, Bonne Nouvelle bulvarından batıya ilerlerken bir zamanların Gymnase tiyatrosu olan geniş meydanın yanından geçiyordu. Ressam, şarkıcı, dansçı ve şair sokak sanatçıları çoktan gösterilerine başlamıştı. Yüksek sıcaklık ve basınç altındaki bir reaksiyonla zoraki birleşen mülteci kültürlerden doğmuş, zılgıtlı, hömeyli, setarlı, bağlamalı, davullu, tefli, darbukalı, zurnalı şarkılar hep öfkeli ve isyankardı. Yeşilli, kırmızılı, sarılı ve siyahlı asimetrik kesim, yamalı bol kıyafetler, uzun örme atkılar ve rengarenk eşarplar ritimle süzüyordu. Sokak şairleri, zalimin zulmünden, mazlumun çilesinden ve kaderin keskin bıçağından kafiyeli bir reple dem vururken, ahenkli sözler dinleyici kitlesi çetecilerin ve direnişçilerin hırçın sloganlarıyla harmanlanıyor, yumruk havada haykırılan marşlara dönüşüyordu. Eylemlerle ölenlerin isimleri haykırılırken, kelime cambazlarının kibarlık ve incelikle ördükleri kinayeli laf sokmalar yerini dümdüz ve tertemiz küfürlere bırakıyordu. Jumjuma gözleri kalabalığın ortasındaki çadırlardan birinden yükselen altın şahbaz kuşu bayrağında takıldı, yolundan ayrılıp neredeyse sekerek coşkuyla aralarına daldığı ateş etrafında toplanmış Saint-Denis’deki komününden tanıdığı direnişçi güruha, ancak sonuna yetişebildiği küfre eşlik etmek için katılarak haykırdı: “birliğin götüne” … Birinin eline tutuşturduğu bira şişesi diğerleriyle tokuşturulurken, onu selamlamak etmek için çekilen zılgıta boynunu eğerek yanıt verdi. Eller omuzlarda topluca sıçrayarak, yüzler güneye dönük, Paris’in kodamanlarına seslenen sloganlar atıldı.
Jumjuma hiç istemese de, “hadi bir şarkı daha”, “arkadaşlar def ve setar getirecekler” ısrarlarını reddederek eski yoldaşlarıyla vedalaşıp sisin içinden akan kalabalık nehrine katılırken, aklına bir tuhaflık takılana dek gülümsüyordu. Duyduğu slogan ve küfürler aslında hakiki değildi. Onlarcası Arapça, Türkçe, Kürtçe, Farsça ya da bambaşka bir dille bağırırken siberbeyinlere kodlanmış tercüman yazılımlar seslere anlam yüklüyordu. Herkes gerçeğin tercümesinin beklentilerine göre şekillenen bir yorumunu duyuyordu. Dil öğrenme tarihe karışmışken sesin sahibinin aktarmak istediği mesajın kendini koruyabildiğinden ne kadar emin olunabilirdi ki? ‘Sesim bile bana ait değil’ diye düşündü. ‘Gerçi düşüncelerim bana ait mi ki?’
Eli silahlı bir selam onu düşüncelerinden çekip gerçekliğe geri döndürdü. Ara sokaklarda çeteci leventler bellerinde ya da ellerinde tabanca ve tüfekler, sanki dijital kimliklerindeki devasa logolarından anlaşılmıyormuş gibi kollarına sarmal doladıkları çift renkli kumaşlarla tayfalarını ilan ediyorlardı. Nöbet tuttukları derme çatma masalarda ya MiG ve sarma sigaralar satılıyor, ya da barbut ve yirmibir oynanıyordu. Jumjuma bu çetelere bulaşmazdı. Üç yıl önceki Genç Kurtların talihsiz haraç kopartma girişiminden sonra hiçbir tayfa da ona dokunmaya kalkmamıştı. Artık Genç Kurtlar yoktu, Jumjuma ise Paris sokaklarında hızla türeyen onlarcasının adını hatırlamaya çalışmıyordu bile. Kimliği gizli bile olsa farklı kumaş çiftlerinden sarılı kollarla sallanan eller, hafifçe eğilen boyunlar ile verilen selamlar tanındığını hatırlatıyordu. Jumjuma oralı olmadı.
Onbuçuğun daha nezih bölgelerine ilerlerken kalabalık seyreldi, sokak satıcıları kafelere ve restoranlara dönüşürken, şimdi janglörlük yapan, akordeon çalan ya da heykelmiş gibi davranan sokak göstericilerinin müfredatlarından isyankâr temalar silinmeye başlamıştı. Nevruz için ayrılan alanın sonuna ulaştığında tayfalar de kaybolarak yerlerini yerel güvenlik kuvvetlerine terk etmişti. Jumjuma duvar diplerinde üçlü beşli ekipler halinde dizilmiş güvenliklerin balistik kalkanlarındaki gümüş aslan armalarını görünce tek kaşını kaldırdı. Sahte kimliğini kontrol edip kapüşonunu çekiştirerek kafasını önüne eğdi. Polis barikatlarını rahatça gözlemleyebileceği bir yer ararken gözüne Yaşlı Bao’nun âni eriştecisi takıldı. Kulağı deliklerden Bao’nun simsarlığı aşçılığından bile iyiydi. Dar dükkânda boş bulduğu bir tabureye kuruldu ve bir kâse etli lāo miàn sipariş etti. Mekânın namına yakışır şekilde çabucak önünde biten kâseye hızlıca dalıp bir yandan da polisleri kesmeye başladı. Taktisyeni “düşük tehdit” olarak sınıflandırdığı güvenlikleri tararken farklı pompalı tüfek, baton, ses ve şok bombaları ile çeşitli marka ve modelden tabancalardan oluşan renkli bir isyan batırma envanteri önüne dökülmüştü. Yazılımın aksine Jumjuma zırh ve kalkan dışında nizami olmayan üniformalara, renkli kazak ve uzunkollulara takılmıştı. Elinde salladığı tesbihi, sırtı duvara dayalı beklenmedik bir rahatlıkla karşısındaki sigaralı ve çaylı takım arkadaşına bir şeyler anlatan birinde mavi ve beyaz sarmal bir kol bandı gördüğünde iyice şaşırdı. Dibini höpürdettiği boş kâseyi masaya yavaşça koyup seslendi “Bao, kim bu lacivertler? Lance’a ne oldu?”
“Jumjuma kızım Lance mı kaldı? Neredeyse iki ay oldu… Léon güvenlik belediyenin ihalesini alıp işbaşı yaptı. Dış çemberden bir KOBİymiş, o zamana kadar kimse adını sanını duymamıştı. Bayadır buralarda lobicilik yapıyorlarmış.”
“E bunlar bizim mahallenin çocukları değil mi, ya? Köşede bir levent gördüm.”
“Doğrudur kızım. Bunlar sokak sokak gezip leventleri topladılar, sözleşmeli yaptılar. Xiù da işe girdi lacivertlerle…”
“Küçük Xiù ha?” dedi az düşünüp ekledi: “Hangi tayfalar? Çünkü benim gördüğüm levent baya Buduncu’ydu.”
“Valla bildiğim hepsi. Pek bir şey ayırt etmiyor gibiler.”
‘Endişe verici’ diye düşündü Jumjuma ama Bao’nun yüzündeki gülümsemeyi görünce bir şey demedi.
“En azından bir baltaya sap olurlar” deyiverdi yaşlı adam.
“Taşa vurmasınlar da…” dedi Jumjuma, göndermenin çevride kaybolup kaybolmayacağından emin olmadan.
Ayağa kalktı. Ödemek için asistanından komut gönderecekken Bao kafasını hafifçe kaldırıp eliyle dur işareti yaparak “bizdensin” dedi. Jumjuma itiraz edecekti parasının olmadığını hatırlayıp mahcup bir şekilde teşekkür etti. Tam sokağa doğru adımını attığı anda ufak tefek bir şeye çarptı. Dokuz-on yaşlarındaki bir erkek çocuğu, ağzı kulaklarında, kocaman gözleriyle Jumjuma’nın şaşkın gözlerine bakarak “Jumo teyze, ben Murat, Ayşe’nin oğlu.” dedi. Jumjuma teyze olarak nitelendirilmesini atlatamadan çocuk nefes almaksızın bombalamaya başlamıştı: “Annem git dedi, annem Ayşe, terzi olan, Jumi teyzene söyle dedi, ne güzel halletmiş, sağ olsun de dedi. Sağ ol teyze. Aç açıkta da kalmadık valla sayende. Ne güzel oldu. Valla iyi ki…” Cümlesini tamamlayamadan omzuna uzattığı mekanik eli ile çocuğu hafifçe kenara iterken Jumjuma sessizce “Bir şey değil” dedi. O seri adımlarla uzaklaşırken çocuk arkasından “Sağ ol teyze! Annem uğrasın diyor, pantolon dikmiş sana!” diye bağırıyordu. Şimdi gizli kimliğine rağmen sağda solda el sallayan tanıdıklar bitivermişti. Jumjuma güvenliklerin dikkatini üzerine çekmemek için hızla yollandı.
***
Onbuçuğun batı sınırında Rue de Paradis üzerinde iki porselenci arasına sıkışmış Belinda’nın Yeri her zaman olduğu gibi tıka basa doluydu. Simsarı kaçırmış olma endişesiyle masaların arasında gezinirken dikkatini müşterilerin köşedeki yalnız bir masada tek başına oturan kadına bakarak fısıldaşmaları çekti. Dedikoduların hedefindeki beyaz yuvarlak gözlük çerçeveli, şık giyimli, sarışın uzun saçlı genç kadının ne olduğunu anladığı anda pat diye durdu. İçine başkasının zihninin dadandığı tutsak alınmış bir beden… İstemsizce yıllar öncesinde kendine yapılanları hatırladı. İçinde yükselen uzaklaşma isteği kafasını çevirerek geldiği yola bir bakış atmasına neden oldu. Bakışına tam bir adım da eşlik edecekti ki başta para ve kumpas olmak üzere bir dizi anahtar kelimenin itirazını kabullendi. İzleyenlerin bakışlarına aldırmadan ayaklarını sürüyerek kadının bulunduğu masaya ilerledi. Sandalyesini çekerken buruşturduğu yüzünü önüne eğdi ve kapının önünde saniyelerdir bekleyen garson hızlıca gelene kadar da kaldırmadı. Sade bir Türk kahvesi sipariş etti.
“Merhaba Jumjuma.” dedi kadın. Omuzları düşük, boynu kafasını zar zor taşıyor gibiydi. Odaksız bakışları uzakları kesiyordu, konuşması yavaş ve sesi kumluydu. Boğazına sıkarcasına sarılmış metalik gri veri kabloları sol kulağının üstünden kafasının içine giriyordu.
“Bizzat gelmemi beklemiyordun herhâlde tatlım?” dedi. Göz bebekleri Jumjuma’nın yüzünün muhtelif noktalarını tararken kafası dans edercesine bir sağa bir sola yavaşça salınıyordu. Bedeninin kalanı hareketsizdi.
Jumjuma’nın tüyleri diken diken olmuştu, akşamdan kalma mide bulantısı geri dönmüştü. Zorlanarak yutkundu.
“Binekli olduğunu bilmiyordum.”
“Artık biliyorsun tatlım, umarım bu senin için sorun olmaz. Şahsen, ben bu birliktelikten çok umutluyum.” dedi Şinobi.” Elleri doğal olmayan bir şekilde aralarında gidip gelmişti.
Asık suratını hafifçe iki yana salladı ve ekledi: “Neden nette buluşmadık?” dedi Jumjuma, kahvesini getiren garsona da konuşmadan tebessümle teşekkür etmeyi ihmal etmemişti.
“Sanal ortamları pek sevmiyorum canım. Soğuk ve uzak geliyor. Hisler, kısıtlı. Karşındakini gerçekten tanımak mümkün değil. Renkler ve sesler cansız. Koku yok…” derken oturduğu yerden masanın ortasına uzanarak burnundan derin bir nefes çekti. “Temas yok…” derken elini masanın yüzeyine sürerek Jumjuma’nın kahve bardağına sarılmış ellerine doğru itti.
Temas anında elini hızla geri çeken Jumjuma, sol eliyle belinden çektiği tabancasını tüm kafedekilerin şaşkın bakışları arasında masaya yapıştırmıştı. Sarsılan fincandan sıçrayan sıcak kahveye aldırmadan: “Çek o elini yoksa…” dedi. Eli tetikte, namlusu karşısındaki bedene dönük gözleri anlamsız bakışlarına kilitliydi. Hafifçe çalan La Vie En Rose dışında kafedeki tüm sesler kesilmişti.
“Bir derigezerin bedenine ateş etmeyi mi düşünüyorsun bir tanem. Bu… İsraf olur.” dedi sakince elini geri çekerken.
Dört farklı masa aynı anda hesap istemişti. Jumjuma kimsenin bu muhitte bu ikiliye güvenlik çağırmaya cesaret edebileceğini sanmıyordu ama yine de Birliğin radarına girme riskini almaya değmeyeceğini düşündüğünden silahını yavaşça geri çekti ve kucağına yerleştirdi.
“Hem buraya kadar zahmet etmişsin, bir duy bakalım ne diyeceğim.” dedi, konakladığı kadının suratını sinir bozucu bir gülümsemeye zorlayarak.
“Konuş” dedi Jumjuma sertçe.
“Yanlış anlama sevgili Jumjuma… Sana böyle yakın olmak heyecanlandırdı da ondan. Nasıl desem…” dedi, birkaç saniye duraksadıktan sonra “…bir süredir takipçinim.” diye tamamladı.
Jumjuma dikkat kesilmişti.
“Mükemmelsin. Boyun, vücudun, gözlerin… Muhteşem! Ah bir bilsen o gözlerden görüp dokunduklarını hissedebilmek için neler vermezdim!”
Jumjuma hiçbir şey söylemedi ama gözleri alev alevdi. Hâlâ silahını tutan eli hareketlenmeye başlayınca karşısındaki iki elini kaldırarak dur işareti yaptı ve “Tamam, tamam. İçimde kalmasın istedim. Dürüstlüğe önem veririm. Sadece bil, para kazanmanın daha kolay yolları da var. Neyse zorundan konuşalım o zaman” dedi.
Jumjuma mermerden bir heykelken beriki açıklamaya başlamıştı: “İş oldukça basit tatlım. İnsansız bölgede bir çapullama… Tam senlik.”
“Hedef?” diye sordu Jumjuma duygusuz bir sesle.
“Hedefin… Nasıl desem, orası biraz karışık. Girmen gereken bir bina var. O bina bir şeyi koruyor. İşte senin yapman gereken o şeyi alıp teslim etmek.”
“Bu ne demek şimdi? Detay ver. Ne bu şey? Nerede?”
“Açıkçası ne olduğunu bilmiyorum. Şüphelerim var ama şimdilik paylaşmaya değecek bir şey değil. Binanın tüm enerji tüketiminin odaklandığı bir alan var. O alan önemli bir şeyi koruyor olmalı. Ulaştığında ne olduğunu anlarsın. Yerine gelecek olursak…”
Jumjuma eliyle dur işareti yaptı ve “Veri olmasını mı bekliyorsun yoksa fiziksel bir şey mi? Boyutu, ağırlığı, şekli ne?”
“Her ikisi de muhtemelen. Boyutu… Kim bilir? Taşınabilir olacağını tahmin ediyorum. Şimdi, devam etmeme izin verirsen…” dedi ve masanın holografında sadece masadakilerin asistanlarıyla görebilecekleri bir harita açtı. Ege Denizinin ortasında bir alan işaretlenmişti. Jumjuma’nın gözleri büyüdü.
“Burası… Tampon bölge. Sen benimle oyun mu oynuyorsun simsar? Mümkün değil. Çok riskli.”
“Yapma Jumjuma, bu kadar kötümser olma. Seni tanıyorum. Daha önce sıcak bölgelerden çapulladıklarını da biliyorum… Bu iş senin için çocuk oyuncağı… Ne yapalım biliyor musun? Kaporayı sıfırlayalım, hedefin satışından yüzde yirmi beş ben alırım, kalanı sana hayli hayli yeter. Ne dersin?”
Jumjuma’nın tüm dikkati hâlâ haritadaydı.
“Ada falan da yok görünürde, nerede bu Allah’ın cezası bina?”
“Bu sabah denizin derinliklerinden yükseldi.”
“Siktir! Federasyon üssü mü?” Jumjuma’nın kafasında ayaklılardan silah platformlarına birbirinden kötü çeşitli olasılıklar belirdi.
“Sanki daha çok bir araştırma laboratuvarı gibi.” dedi Şinobi ve bileğindeki saate dokunarak holografın yansısını siyah kulemsi bir binanın siluetine çevirdi.
“Yani, en azından öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Biliyorsun tepedekiler oralara uydu yönlendirmemizi istemiyor, çok bir bilgimiz yok bu yüzden.”
Yapıyı inceledikçe Jumjuma’ya tanıdık gelmeye başlamıştı. Sadece enerji çeken biri dışında sönük onlarca küçük kutucuğa odaklanınca ise kafasında çakan bir şimşekle hatırladı. İki yıl öncesinden, Girit’in kuzeyinde çok ters giden bir çapullama… Binanın ne olduğunu anladığını çaktırmamak için numaradan derin bir iç çekti.
“Kafandaki çarkların döndüğünü görebiliyorum canım. Ne güzel! Seni başlamadan çok alıkoymak istemem.”
“Karar vermiş falan değilim simsar, düşünmem gerek.”
“Şimdi muhabbete limon sıkmak gibi olacak ama bilginin açılmasına kadar iki günün var, yani bir an önce netleşirsen senin için iyi olur canım.”
“Ne? Dalga mı geçiyorsun? İki günde ekip kurup, hedefi çıkartıp dönmemi mi bekliyorsun?” dedi Jumjuma, bir yandan lojistik için plan yapmaya başlamıştı bile. Asıl sıkıntı metropoller arası uçuşa yasak bölgeden çıkana dek karadan gitmek zorunda olmasıydı. Sonra bir taşıtı ya sürgünlerden satın almalı ya da Birlik’ten çalmalıydı.
“Dört günde dönsen de olur. Sonuçta diğer çapulcular Ege’ye pat diye ulaşamaz, değil mi?”
Jumjuma kıstığı gözleriyle kadının gözlerinin içine aslında o gözlerin ardında kim bilir nerede olan Şinobi’ye baktı. Sıktığı yumruğu bacağını itiyor, sıktığı dişleri çenesini ağrıtıyordu.
“Hadi canım somurtma. Neden bu masaya oturduğunu, neden hâlâ benimle konuştuğunu biliyorum.”
“Bir halt bildiğin yok” dedi Jumjuma.
“Aboukir’den yukarı yürürken laf atanlar bilmez ama ben milleti hangi parayla borçtan kurtardığını, gecelerini nasıl geçirdiğini, her şeyi biliyorum.”
Bu Jumjuma’nın beklediği bir şeydi ama yine de şaşırmış gibi yaptı. İçinden “Hadi dökül bakalım” diyordu.
“Dertlerinin farkındayım Jumjuma. Bırak yardım edeyim.”
“Para meselesini nereden biliyorsun?”
“Benim işim bu canım, bilgi toplamak…”
“Benim odamı mı desteledin?”
“Hayır, asla!” dedi. Ciddi olup olmadığı anlaşılmıyordu.
“Sana inanmıyorum. Bu iş yatar. Seni de bulurum yalnız. Kendini nete bağlandığın evinde güvende mi sanıyorsun?”
“Sakin ol tatlım, hemen köpürüyorsun. Odanı falan desteletmedim. Sana erişmeye çalıştığımda güvenlik bariyeri inikti. Gelen mesaja da çaktırmadan bakmış olabilirim.”
“Seni şerefsiz. Ne diye bana ulaşmaya çalışıyordun peki?”
“Bu iş için tabi ki tatlım, niye olacak?”
Jumjuma içinden ‘Zamanlamanın tesadüf olduğuna inanmamı mı bekliyorsun?’ dedi.
“Hadi canım anla biraz. Bu işlerde olur böyle şeyler. Para sıkıntıların ayyuka çıktığı için özür dilerim ama sana söz bu bilgiyi kimseye satmayacağım. Ayrıca çapulcusun sen değil mi? En iyilerinden. Kendin ol ve en iyi yaptığın işi yap, tek istediğim bu…”
“Kendim olacakmışım. Sen mi söylüyorsun şimdi bunu… Allah’ın jokeyi.” dedi Jumjuma kafasını hafif eğip ağzını bükerek karşısındakini süzüyordu.
“Kimse bedeni değildir, aklında olsun. Yanıt vermek için yarım saatin var. Tanıştığımıza çok ama çok memnun oldum.” dedi giderek yavaşlayan bir şekilde.
“Dur, bekle!” dediğinde kadının kafası bir saniyeliğine önüne düştü. Yeniden kalktığında beden dili tamamen değişmişti. Daha organik hareket etmeye başlayan kadın gözlerini açmadan elleriyle yüzünü ve kafasını ovuşturuyor bir yandan da garsona fısıltılı boğuk bir tonla “su” diye sesleniyordu. Kafasını göğsüne doğru çekip kendine sarılarak küçüldü ve ağlamaya başladı.
Jumjuma sessizce kalktı, önce kadına bir şeyler söylemeye niyetlendi ama söylemeye değer bir şey bulamadı. Su getiren garsona elli lira bırakıp hızla kafeden uzaklaştı.