Zayin, ipe dizilmiş kurutmalık biberlerin rüzgârla tıkırdadığı damda, sağında güneş panellerinin altında kalan hafif paslanmış beyaz su deposunun, solunda örme tuğladan küçük bir bacanın olduğu yerde uzanmış, sessizce gökyüzüne bakıyordu. Zayin’in gördüğü, mavi semanın altında süzülen bulutlar ve martılar değil, kafasını çepeçevre saran kaskının vizörünün holografik ekranında akan veriler, şehrin haritası ve güvenlik kamerası görüntüleriydi. İşinin ehli bir Opal örgüt ajanı olarak, aynı anda üç ekran veriyi ve altı güvenlik kamerası görüntüsünü sıkıntı çekmeden tarayabiliyordu. Yine de şehrin, “yığmalık” dedikleri, neredeyse tamamı mültecilerden oluşan yarım milyon insanın yaşadığı bu yakasında birini bulmak kolay olmayacaktı.
Bu onun ilk korsan avı değildi ama şimdi peşinde olduğu BlackEagle gibi, tek yaptığı Birlik dış çember şirketlerine ait e-posta hesaplarını ele geçirip, içeriklerini bloglar üzerinden paylaşmak olan, Desimal profilcilerinin analizlerine göre henüz yirmi yaşında bile olmayan alelade bir korsan için daha önce hiç çağrılmamıştı. Tam da Federasyon’un gizli bir silahı faaliyete geçirmek üzere olduğu iddia edilirken, aktif çatışma bölgelerinden biri yerine buraya gönderilmiş olması onu biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. Açık internete düşen bilgilerin pek bir önemi yoktu. Birliğe bağlı enformasyon şirketleri sürekli yalan haber sızdırıyor ve sosyal medya ajansları bu bilgileri takip edilebilir komplo teorilerine dönüştürerek yayıyordu. Böylece hem sıradan kullanıcılar yalan haber denizinde boğularak gerçek sızıntıları ayırt edemiyor hem de Federasyon sempatizanlarının belirlenebilmesi için yem atılmış oluyordu.
Bu çocuğu da tehlikeli kılan, sızdırdığı yüzlerce bilgi değil, tek bir paylaşımıydı. Alanının uzmanları dışındakilere bir şey ifade etmeyecek belge, Opal güvenlik şirketinin tasarladığı ekosistem zırhlarının spesifikasyonlarını içeriyordu. Bu son teknoloji biyomekanik zırhlar, kullanıcısının çok çeşitli veriye eşzamanlı erişimini sağlıyor, onu koruyor, güçlendiriyor, besliyor ve gerekirse tedavi ediyordu. Bu zırhların varlığının, Birliğin en iyi korunan sırrı olması gerekiyordu. Doğal olarak, belge ortaya çıkınca tüm örgüt alarma geçmişti.
Zayin’in çağrılması, görevin doğasını da açıklıyordu. O bir avcıydı. Bu Zayin’i, ekosistem zırhını giyen diğer ajanlardan farklı kılıyordu. Ona diplomasi, bilgi toplama ya da sabotaj görevi verilmez, bir hedef gösterilirdi. Ve o hedef ölürdü. O bir cerrahtı, mükemmel bir hâkimiyetle kullandığı bisturisi, tümörü çevre dokuya hasar vermeden çıkartırken vücut uyur durumda olurdu. Zayin bu tümörleri iki grupta sınıflandırıyordu. BlackEagle gibi tavuklar aslında vakit kaybıydı ve kendilerine ne olduğunu anlamadan ölüp gitmeliydiler. Zayin’in saygısını kazanan mücadeleci sülünler ise avlamaya değer avlardı ve ödülleri, ölmeden önce katillerinin gözünün içine bakmak olurdu.
***
Korsan yayına ait kablosuz sinyalini, yığmalıktaki en büyük metro istasyonuna kadar takip etmişti. Şimdi yer altındaki boğuk ve nem kokulu istasyonda istiflenmiş yüzlerce insan, soluk sarı holografik şeritlerle ayrılmış bekleme sıralarında bir sonraki trenin geleceği tünel girişini belirgin bir huzursuzlukla keserken, kendilerinin bu sefer sığıp sığamayacaklarını kestirmeye çalışıyordu. Görevleri, itip tıkıştırarak mümkün olan en fazla sayıda insanın trene sığmasını sağlamak olan resmi üniformalı değnekçiler ise bu güruha, çatışma öncesi düşmanını süzen savaşçılar misali tartan bakışlar atıyordu. Herkes az sonra başlayacak cümbüşe bir şekilde kendini hazırlamaya çalışırken, üç şerit ötede kısa boylu, kırmızı şapkalı avı, çevresindekilere aldırmadan, tabletinde bir şeyler karalamaya devam ediyordu. Zayin, avını yer altında takip ederken insan arasına karışması gerektiğinden kaskını çıkarmıştı ve lenslerindeki veriler çocuğun kimliğini kesin belirleyebilmesi için yeterli değildi. Buna rağmen tek yapması gereken, aynı trene binmelerini garanti altına almaktı. Sonrası basitti. Yaklaş, kimliği onayla, zehri zerk et ve uzaklaş…
Trenin parlak ışıkları tünelin ağzından karşıdaki lekeli-beyaz kare fayans duvara yansıyıp, kök hücre içeren yeni teknoloji duş jelinin tanıtımını yapan yarı çıplak manken hologramını görülemez hale getirdiğinde, trenin bir önceki duraktan beri ittiği metal kokulu rüzgâr, istasyona püskürmeye başladı. Hemen ardından perona hızla dalan tren, yavaşlamaya çalışırken istasyondaki tüm sesleri bastıran bir sürtünme çığlığı atıyordu. Ön saftakiler az sonra oturarak boğulmak ya da ayakta ezilmek arasındaki farkı belirleyecek olan mücadeleye hazırlanmak için gerinirken, arka saftakiler ise trenin ne kadar dolu olduğunu anlamak için parmaklarının üzerinde yükseliyordu. Bir anda tüm istasyonun ışıkları sönüp peron, trenden gelen ışıklar dışında tamamen karanlığa büründüğünde, insanlardan nedense şaşkınlık yerine bıkkınlık söylenmeleri yükselmişti. Bu tip aksaklıklara alışmış mülteciler kesintiyi olağan sanmışlardı ama Zayin, anında bir şeylerin ters gittiğinin farkına vardı.
Trenin pencerelerinden göz kırpan sarı ışığın altında, avının istasyonun kuzeydoğu çıkışına yöneldiğini gördü. Trenin kapılarının açılmasından önce sıradan çıkması gerektiğini düşünüp kendini avına doğru attığında, istasyonun alarmları olanca gürültüsüyle çalışmaya başladı. Reklam hologramlarında artık kırmızı yangın sembolü yanıp sönüyor, az önce treni işaret eden holografik şeritler mavice yanıp sönerek çıkışı gösteriyor ve düzgün diksiyonlu üç farklı kadın tarafından, üç farklı dilde okunan metinde insanlara sakin olmaları, düzenli sıralar halinde istasyonu terk etmeleri söyleniyordu. Renk keşmekeşi ve anonsların duyulmasını neredeyse imkânsız hale getiren korkunç alarm ise apaçık, panik yapın, canınızı kurtarın ve birbirinizi ezin diyordu. Zayin insanları ite kaka hızla çıkışa ilerlerken henüz en kötüsünün başlamadığının farkında değildi.
Tavanda pusuya yattığı milyonlarca delikten fışkıran hardal rengi çamurumsu sıvının istasyon içine yağan yağmuru; yüzlerce çığlığa, daha fazla paniğe ve Zayin’in artık yolunu, fiziksel güç kullanarak açmaya başlamasına neden olmuştu. Tek umudu, güvenlik görevlileri şaşkınlıklarını atlatmadan çıkışa ulaşabilmekti. Avı, yürüyen merdivenden koşar adım tırmanıp görüş alanını terk ederken Zayin, şişman ve uzun bir güvenlik görevlisinin kendi saldırgan tavrını fark edip elindeki kusturucuyla ona yöneldiğini gördü. Güruhun en kalabalık kısmını henüz aşmıştı ve çamurlu kaygan zeminde düşmemeye çalışarak güvenlik görevlisine doğru koştu. Hem görüşü hem de işitme duyusu sekteye uğramıştı. Çamurdan gelen, genzini yakan sirkemsi kokuyu hiç alamıyor olmayı dilerken, çarpışmalarına milisaniyeler kala hafif sağa kayıp iki parmağıyla görevlinin ensesine dokunmayı başardı ve çıkışa doğru koşmaya devam etti. Birkaç saniye sonra güvenlik görevlisi olduğu yere yığılırken Zayin metro çıkışında dikilmiş, yangın çamurlarının sensörlerine hasar verdiği, avını kaçırdığı ve neredeyse varlığının keşfedildiği gibi gerçeklerle yüzleşmeye çalışıyordu.
***
Zayin, havalansın diye yanyana serilmiş, içinden çıkan pamukların karnı deşilmiş bir hayvanın bağırsaklarını anımsattığı, renkli kılıfların içindeyken maskelenen gri çirkinliği şimdi sereserpe ortaya çıkmış yastıklar ile koca sinilerde kıvamlansın diye bekletilen, üzerine sinek üşüşmemesi için tüllerle örtülmüş, hafif ekşi kokan domates salçalarının arasında uzanmış, sessizce gökyüzüne bakıyordu. Ekranından akan onlarca veriye ve güvenlik kamerası görüntülerine rağmen o sadece doğmakta olan güneşin kırmızıya boyadığı bulutsuz semanın altında süzülen martıları seyrediyordu. Aklında, az önce yerini yeniden belirlediği avı vardı. Dünkü karşılaşmanın öncesinde BlackEagle’ın bir tavuk olduğunu varsaymıştı. Yanılmıştı. Artık onun bir sülün olduğunu biliyordu ve ona göre davranacaktı. Heyecanlandı, uzun süredir gerçek bir ava çıkmamıştı. Sülünün asıl marifeti yangın sistemini hekleyebilmesi değil, avcısını fark etmesiydi. Bedeli ağır olmuştu. Bayılttığı güvenlik görevlisi rapor tutmamıştı ama varlığı en azından BlackEagle için afişe olmuş, batıdaki yangın söndürücülerin ucuz bir alternatifi olduğunu düşündüğü hardal renkli çamur, sensörlerine zarar vermişti. Artık hareketliyken internet verilerine anlık erişemiyor, içinde bulunduğu alandaki kimyasalların analizini yapamıyordu. Yine de zırhın fiziksel güç yükseltmesi, farklı zehirleri üretebilme yetisi ve sağlık destek sistemi hâlâ çalışıyordu.
BlackEagle yaklaşık dört saat önce, bir sülüne yakışmayacak şekilde VPN’siz internete erişmeye çalıştığı için anında Zayin’in radarına yakalanmıştı. Kısa ve şifreli mesajlaşmadan korsanın paniklediğini, aceleyle ülkeden kaçabilmek için açık bir kanaldan, bilindik bir insan kaçakçısıyla iletişime geçtiğini anlamıştı. Zayin hem mesajın hedefine ulaşmasına hem de dijital parayla yapılan ödemenin gerçekleşmesine izin vermişti. Korsan, gezilip görülecek yerler ve hayat pahalılığı dışında pek bir şeyle ilgilenmediği on-on beş dakikalık bir araştırmayla, iltica için Kalmar İttifakı’ndan Norveç’i seçmişti. Araştırmanın üstünkörülüğü bir kenara bırakılacak olursa, Avrupa’daki Federasyoncuların en sık sığınma talep ettikleri ülke, bir Birlik düşmanı için mantıklı bir tercihti. Hatta eğer kaçakçı bir Birlik muhbiri olmasaydı, iltica güzel bir plan bile sayılabilirdi.
Parkın dört bir yanını ele geçirmiş ıhlamur, sedir, ladin ve çınar ordusunun gölgeleri gitgide kısalırken, şafaktan önce yeşilliği sulama görevini tamamlayan fıskiyeler, kapanarak yer altındaki yuvalarına dönmeye başlamıştı. Çimen, ıslak toprak ve rüzgârla gıdıklanan lavantaların kokusu, parkın misafirlerinin masum ve kötü niyetli amaçlarından ve az sonra kopacak kıyametten habersiz, çevrelerine huzur yaymakla meşguldü. Parkın ortasındaki gölün kenarına dizilmiş banklardan birinde, saçı sakalı birbirine karışmış iki büklüm bir keş, nargilesini tüttürürken sazlıklardan uçuşan balıkçılları seyrediyor; gölün çevresini turlayan tuğla rengi oval pistte kulaklık takmış bir ihtiyar, kendisine hızlı gelen yavaş adımlarla yürüyor; pistin dışındaki yeşillikte iki kokoş, süsleyip giydirdikleri fare boyutundaki köpeklerini artlarında bıraktıkları dışkı öbeklerine aldırmadan gezdiriyor; birkaç genç, basket potasına bir türlü hedefini tutturamayan atışlar yapıyor; bir fedakâr âşık, sabah serinliğinde üşüyen sevgilisine ceket giydiriyor ve bir Opal örgüt ajanı, göldeki ördekleri besliyormuş gibi yapıyordu. Kasketinin siperliğini iyice aşağı çekmiş, ceketinin yakalarını, yanaklarını kapatacak kadar dikmiş kaçakçının, gergin ve hızlı adımlarla göl kenarında yürürken tek eksiği, üzerinde “Ben şüpheli bir şahısım” yazan bir pankarttı. Kapüşonunun içine gömülmüş berikinin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Nargileci keşin üç bank ötesinde, tabletinden bir şeyler okuyormuş gibi yapan korsan, ikide bir çevresini kontrol ediyor, ürkek ve kaygılı gözlerle avcısını, heyecanlı ve umutlu gözlerle de kurtarıcısını arıyordu.
Korsan, kaçakçıyı gördüğü anda gözlerini ona kilitledi. Ayağa kalkıp yürümekle oturup beklemek arasında çelişkide kalan korsanın garip hareketlerini fark eden kaçakçı eliyle otur işareti yaptığında, Zayin harekete geçme vakti geldiğine karar vermişti. Zırhından, bayıltmalık bir zehir oluşturmasını isteyip, buluşmanın gerçekleşeceği tarafa döndü ve ördek yemleri dolu poşeti hafifçe yere bıraktı. Sol lensinin orta-solundaki tehlike göstergelerinden biri aniden yanıp sönmeye başladığında, kendini hızlıca sola atmaya çalıştı. Henüz yarım metre bile hareket edemeden, sağ omuzunda ani bir çarpma hissetti. Suikast tüfeğinin namlusundan çıkan, saniyede yarım kilometre kat eden merminin yarattığı darbe ayaklarını yerden kesip onu gölün ortasına fırlattığında, ardında sadece kan ve bioplazmanın havada süzülen mikro-damlacıkları kalmıştı.
***
Zayin gölün dibine vurduğunda bilinci açıktı ve acı hissetmiyordu. Zırhının mikro-odacıklarında yaşayan hücreler, gerektiğinde vazopresör ve analjezikleri endojen üretme kabiliyetine sahipti. Donakalmasının nedeni şaşkınlıktı. Bir an için hiçbir şey yapmak istemedi. Hiç hareket etmese bile muhtemelen yıllarca bu gölün dibinde yaşayabilirdi. Hayatında ilk kez saniyelerce tepkisiz kalırken, zırhı hızla açık yarayı kapatmaya uğraşıyordu. Kolajen iplikler müthiş bir hızla sentezleniyor, organik polimerler yara yüzeyini kapatıyor, yara boşluğunu dolduran dolgu maddesi, mermiden kalan kovanı iterek vücut dışına çıkartıyordu. Kan ve diğer sıvı kayıplarıyla ilgili verilerle, kovandan arta kalan ve çamurun yarattığı hasardan dolayı artık kolaylıkla bertaraf edilemeyecek kalıntıların varlığı bilgisi, lensten, zırh sahibinin görüş alanına aktarılıyordu.
Zayin nihayet yeniden hareketlenerek suyun altına, hesaplarına göre suikastçının görüş açısının dışında kalan, gölün kuzeybatısındaki sazlığa yöneldiğinde, yüzeyi renk değiştirecek olan zırhın dışarıdan gözlenmesini imkânsız hale getirecek kamuflaj kipine geçmişti. Sazlığa ulaşamadan, art arda iki el silah sesini suyun altında boğuk bir gümleme olarak duydu. Hedef o olamazdı, gizleniyor olmasının dışında kendisini ıskalasa bile suyu yaran mermiyi fark ederdi. Sazlıktan süzülerek, sessizce yükselip üç saniye kadar suyun dışında gözlem yaptıktan sonra yeniden, sessizce dibe indi. Elinde nargilesinin kopmuş marpucuyla koşturan keşi, kollarına aldıkları küçücük köpekleriyle çöktükleri yerden çığlık çığlığa bağıran kokoşları, kopan kıyameti algılamadan kulaklığındaki müziğin ritmiyle yürümeye devam eden ihtiyarı, ne olduğunu anlamaya çalışan bakışlar atan basketçileri, sevgilisine siper olmaya çalışan fedakâr aşığı ve yerde kanlar içinde yatan kaçakçıyı görmüştü. Korsanı görememişti ama parkın doğusunda, üç blok ötede bir caminin küçük kubbelerinden birinin arkasına saklanmış suikastçıyı gözüne kestirmişti.
Zayin, gölün içinden hızla fırladı. Az önceki açısında, aralarında yükselen kocaman ıhlamur ağacından göremediği yerde, bir kan havuzunun ortasında yatan korsanın ölmüş olduğunu varsayarak kuzeydeki hedefine yöneldi. Ayağının birkaç santim uzağındaki zemin çarpan mermiyle patladığında, maskesinin içinden gülümsedi. Bir kez daha ateş edecek vakti olmayacaktı. Uçarcasına parkı çevreleyen duvarı aştı, kalabalık olmayan çift şeritli yolu ve kepenkleri henüz açılmamış dükkânları geçti ve caminin çitine ulaştı. Suikastçının şimdilerde tüfeğini toplamaya çalışıyor olması gerekirdi. Sekiz-on saniyesi olduğunu hesaplayıp, minarelerden en yakınına doğru sıçradı, duvara tutundu ve kendini yukarı doğru fırlattı. Zeminden on metre yükseklikteki pervazsız, küçükçe bir pencerenin kenarlarına yapışıp yeniden sıçradığında, hedefinin arkasında konuşlandığı kubbenin hizasına gelmişti. Henüz bakma fırsatı bulmadan kendini kubbeye doğru fırlattığında, hedefinin tüfeğini geride bırakıp kaçmaya başlamış olduğunu fark etti. Caminin arka kısmına kurduğu makara ve ipli düzenekten kayarak yolun karşısındaki binanın damına ulaşan hedefini kovalamaya başladı. İpin karşı sokaktaki açık sarı renkli üç katlı binanın damındaki bağlantısını kesen hedefine, caminin kenarından binaya doğru göz kamaştırıcı bir hızda sıçrayarak yanıt vermişti. O uçarak dama ulaştığında, hedefi kendini damın farklı bir kenarından aşağı bıraktı. Zayin koşup yetiştiğinde ise hedefinden iz yoktu ama hemen altındaki pencerelerden birinden dışarı tül bir perde uzanıyordu. Çaresiz avının apartman dairesinde kapana kısıldığını düşünüp, aynı pencereden içeri savruldu.
Tülü eliyle araladığında, Zayin hiç tahmin etmediği bir manzarayla karşılaşmıştı; bir metre ötesinde, buruşuk yüzlü, bir deri bir kemik bir ihtiyar, kamburu çıkmış bir vaziyette oturuyordu. Şaşkınlık okunmayan yüzü Zayin’e dönüktü. Kafasının arkasından çıkan beyaz bir kablo, duvara girmeden önce kolunda açılmış damar yolundan çıkıp serum torbasına uzanan içi sıvı dolu bir hortuma dolanıyordu. Duvarlarda asılmış Beşiktaş posterleri, adamın üzerinde oturduğu, tekerlekli ve mekanizmalı beyaza boyanmış metal hasta yatağı, yatağın tepesinde birkaç monitör ve hemen başucundaki serum askısı dışında boş olan, baskın kimyasal kokulu yarı karanlık odada, yaşlı adamın, cihazlardan duyulan bip seslerini bastıran sesi yankılandı. “Zayin” diyordu adam. “Nihayet gelebildin…”
Zayin, adamın ikinci cümlesine başlamasına fırsat vermeden elini bir sineği kovalarmışçasına havaya doğru savurdu. Zırhının, saniyenin onda birinde ürettiği birkaç milimetre uzunluğundaki diken, parmağının ucundan koparak serum torbasına saplandı. Yaşlı adam güç bela hafif soluna dönüp seruma bakarak “Önce bir merhaba deseydin” dedi. “Artık beni öldürdüğüne göre konuşabilir miyiz?”
Her şey yanlıştı. Adamın ismini bilmesinin dışında, duruşu, sözleri, korkusuz gözleri, oda… Giderek her şeyin bir tuzak olduğundan emin oluyordu. Yaşlı adamın gözbebeklerinin hafif yukarı meylettiğini fark ettiğinde, kaybolan suikastçıyı hatırladı, hızla sola kaydı ve tavanda üzerine kilitlenmiş yakut kırmızısı gözleri gördü. Üzerine çullanan suikastçı, Zayin’in son saniye manevrasına rağmen dengesini bozmayı başarabilmişti. Hızlı bir ölümün habercisi grimsi beyaz ellerin boğazına ulaşmasına yarım saniye kala zırhının muhtelif yerlerini hızla terk eden onlarca diken, karşısındakini delik deşik etti. Bu deliklerden sızan yoğun beyaz plazma ve yaranın derinliklerindeki devrelere ait ışık ve kıvılcımlardan, düşmanın bir android olduğunu anladı. Android ayakta sendelerken, beklemeden yerinden ona doğru sıçradı, çarpmanın şiddetiyle düşmanını devirirken de avucunu göğsüne bastırdı. Elinden çıkan elektromanyetik şok makinanın tüm devrelerini yakarken, fışkıran buz mavisi ışık bir an için tüm odayı aydınlattı ve ardından tamamen söndü. Sakince dönüp yaşlı adama baktığında, ilk defa gözlerinde korkuyu gördü ve kaskının içinden gülümsedi.
“BlackEagle sensin” dedi. Androidin üzerinden yükselip yaşlı adama doğru yürürken konuşmaya devam etti. “Şunu kontrol eden de sendin değil mi? Bir çeşit nöral kontrol arayüzü kullanıyor olmalısın.” Yaşlı adamın bakışlarından kolaylıkla okunan tedirginlik arttıkça, Zayin avını köşeye sıkıştırmış olduğunu anladı. “İyisin BlackEagle. Benim adımı öğrenecek kadar, Federasyoncu arkadaşlarını göz kırpmadan öldürebilecek kadar iyisin. Profilcileri kandırmak için ergen rolü mü yaptın?” Avının hemen önünde durup kafasından çıkan beyaz kablonun duvar bağlantısını çekerek kopardıktan sonra tüm sülünlere yaptığı veda seremonisine başlamak için maskesini çıkardı. Yüzleri aynı hizaya gelecek kadar eğilip, karşısındakinin buz mavisi gözlerinin içine baktı. Konuşmaya çalışan yaşlı adamın, katiline bakan gözleri dolmuştu. Zayin’in bilmediği, Livan’ın yanaklarından süzülen yaşların mutluluktan aktığıydı. Livan, hemen önündeki adamın kulağına fısıldadı, “Şimdi siki tuttun.”
***
Livan, hareket etmesini engelleyen kablo ve hortumlara bağlanmış şekilde yatakta uzanırken, ağzını kapatan maskenin içinde ana avrat küfrediyordu. “Sikerler böyle işi! Orospu çocukları! Kanserini de sikeyim, sizi de...” Federasyon yetkilisi, doktorların son raporuyla birlikte Titan’ın planını Livan’a anlatalı bir saat olmuştu. Livan’ın küfürlerine alışkın olan yığmalık ahalisi odanın duvarlarına yaslanmış, huysuz ihtiyarı ikna etmeye çalışan subayın kibar laflarına ve şakın bakışlarına kıkırdıyordu. Maskeyi nazikçe çıkaran subay konuşmaya başladı.
- Sayın Livan bey, lütfen dinler misiniz? Biliyorum çok ani oldu ama başka bir şansımız olmayacak.
“Sayın” dediği anda odadaki gülüşmeler artmıştı.
- İnsanın huzur içinde ölmesine bile izin vermiyorsunuz, amına koduklarım... Siz de kesin lan gülmeyi ibneler!
Odada kısa süren bir sessizlik oldu.
- Lütfen anlamaya çalışın. Bu elimize geçen müthiş bir şans…
- Sen geber de ben de ona şans diyeyim, şerefsiz!
- Onu demek istemedim. Gelmiş geçmiş en iyi korsanlardan birisiniz. Bir Opal örgüt ajanını görüp, adını öğrenip de sağ kalmayı başarmış tek kişisiniz. Gidişinizde de yaşamınızda olduğu gibi Federasyon’a hizmet etmek istemez misiniz?
- Siktir git! Sen altına sıçarken ben Birlik sayfalarını kırıyordum. Hizmetmiş… Sikerler…
- Haklısınız, kusura bakmayın. O zaman intikam için yapın. İlk kez bir Opal örgüt ajanını yakalayacağız ve sizin sayenizde olacak. Bu, tarihimizde bir dönüm noktası…
Yaşlı adam derin bir iç çekti. Metrelerce uzağındaki pencereden, denizin üstünde daireler çizerek uçuşan martıları görebiliyordu. Subayın sesi yavaşça kayboldu. Oda ve içindeki evsizler kayboldu. İçinde büyüyen tümör ve yaşlı bedeni kayboldu. Yakıcı güneşin gözlerini kamaştırdığı bir yaz günü Defne’siyle eleleydi yeniden. Kordonda yürürken martıların narin manevralarını, karabatakların böbürlenerek kanat çırpışlarını seyrediyorlardı. Nedense, Defne’nin favorisi karabataktı. O zaten hep çirkin şeyleri severdi. Livan’ı sevmesinin de tek açıklaması buydu. Birlik onu idam ederken acı çekmiş miydi? O kadar narindi ki acı çekemezdi sanki. Ölüverirdi. Uyumak gibi. Uyumuş ve bir daha uyanmamış olmalıydı. Öldükten sonra onu yeniden görebilecek miydi? Kokusunu, tadını yeniden alabilecek miydi? Eli yeniden teninde gezerken nefesi kesilecek miydi? Gözyaşlarını içinde tutarak yutkundu. Bu yeniyetmenin önünde zayıf görünecek değildi.
- Tamam lan, yapacağım. Tek şartım var; kod adım KaraKartal olacak. Ha bir de BJK posteri isterim odaya. Ölmeden gördüğü o olsun puştun.
- Yarattığımız profile uygun olması açısından BlackEagle diyelim. Poster sorun olmaz. Zayin’i…
- Orospu çocuğu Zayin!
- Zayin’i göndereceklerinden emin değiliz. O yüzden ne olursa olsun zırhlıyla karşılaştığınızda ona adıyla hitap etmeyin. Tuzak olduğunu anlarsa mahvoluruz. İlk andan itibaren korktuğunuzu hissetmeli. Odaya geldiğinde, sensörleri zırhın yüzeyi carevinax kaplandığı için düzgün çalışmıyor durumda, iç tamir mekanizmaları da ilaç taşıyan merminin etkisiyle, sekteye uğramış olacak. Sizin tek yapmanız gereken, maskesini çıkarana kadar onu oyalamak... Odadaki gaz, gerisini halledecek.
- Gelsin, amına koyucam onun.
Subay kafasını önüne eğip, çaresizlikle elini alnına koydu.
- Durumun ciddiyetinin farkında mısınız? Dört yıldır bunu planlıyoruz.
- Asıl sen kimle konuştuğunun farkında mısın? Hayatında ajan görmemiş, savaş görmemiş pezevenk bana nutuk çekiyor! Merak etme çocuk, o piçin gördüğü son oda olacak. Sami, bana bir sigara getir. Bir de rakı hazırlayın. Puştlar…
***
Zayin dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Bir anda kendini yerde buldu. Kulağındaki müthiş çınlama azalırken gözleri karardı. Elleri, bacakları onun hâkimiyetinde değildi. Ne olduğunu anlamıyordu. Korktu. Konuşmaya çalıştı ama dili onun dili değildi. Yerde iki büklüm kıvrılmış vaziyette yatarken açık ağzının kenarından akan salyalar odanın pis zemininde yayılıyor, gözbebekleri hızla bir sağa bir sola savruluyordu.
“Nihayet ölüyosun orospu çocuğu. Şimdiye kadar her şeyin planlanmış olduğunu çözmüşsündür. Sadece, ikimiz de bu dünyadan siktirip gitmeden, parktakilerin hepsinin aktör olduğunu ve kimsenin zarar görmediğini de bil istedim. Biz sizin gibi değiliz. Sen bu savaşın dönüm noktası olacaksın Zayin. Yıllar sonra, Zayin bu kadar mal olmasaydı Birlik kaybetmezdi, diyecekler…”
Zayin, yaşlı adamın bundan sonra söylediklerini duymadı. Artık sadece nefes alışverişini ve çırpınan kalbini duyuyordu. Giderek daha yavaşlayan ve uzayan nefes almaları da nihayet durdu. Panik yapmak istedi fakat bilinci dışında hiçbir şey üzerinde kontrolü olmadığından, panik yalnızca sessiz bir çığlıktı. Karanlık dünyası sessizleşirken tüm gücüyle nefes almaya çalışıyordu ama tüm gücü sıfıra eşitti. Kalbi son kez atarken, o hâlâ ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Livan, artık düzgün konuşamadığını ve bulanık gördüğünü fark ettiğinde, yerdeki siyah deri zırhı yüzü dışında tüm vücudunu kaplayan, yüzünde hiç kıl olmayan ifadesiz ve cansız bedene son bir kez bakıp yatağına uzandı. Derin bir rahatlama ve gevşeme hissetti. Uyku gibi bir şey olmalıydı ölüm. Uyumak ve hiç uyanmamak. Yok olup gitmek olmamalıydı. Bir geçiş olmalıydı. Bir halden bir başkasına… Ölümün, korkunun, işkencenin, eziyetin, haksızlığın olmadığı bir diyara geçiş... Defneli bir diyar. İçindeki dayanılmaz özlemi düşündü. Uykuya olan özlemini. İlaçsız uykulara, huzurlu gecelerin dinginliğine olan özlemini. Kollarında uyuyan Defne’yi uyandırmamak için uyuşmuş kolunu kesmeyi düşünmek. Onun kokusuyla uyumak. Onun nefesini yüzünde hissederek uyumak. Sadece uyumak… Uyudu.
Son